19 Kasım 2009 Perşembe

TIKANDIĞIM YERLER

Meslekî doyuma ulaşmanın neredeyse olanaksız olduğu bir alan bizimki. Zaman zaman da öylesine zor anlar yaşatıyor ki, dışarıdan çok kolay görenlerin bir nebze tatmalarını isterdim.

Çok sevdiği babasını daha yedi yaşındayken kaybetmiş bir çocuğa hangi sözlerle teselli verilir örneğin? Söylediklerine kendin inanmazken, onun yerden kaldırmadığı gözlerine nasıl bakılır? Üzüntünün yüzüne cilt hastalığı olarak olarak gelip oturması, tırnaklarına katmer katmer yerleşmesi ne kadar serinkanlı karşılanabilir?

24 Eylül 2009 Perşembe

BOZCAADA-ÇANAKKALE GEZİSİNDEN ÖĞRENDİM Kİ...

Bozacaada pek rağbet gören bir yermiş meğer. Çok önceden kalacak yer ayarlamak gerekirmiş. Bizim iki gün önce bulmamız benim şansımmış.Tatillerde kilometrelerce araç kuyruğunda feribot beklemek gerekirmiş.

Ada halkı çok güleç, yardımsever, güzel insanlarmış.

Şarap içerek günbatımı izlemek en popüler etkinlikmiş bu güzel adada.

Poyrazı çok fenaymış.

Çanakkale küçük bir ilimizmiş. Akşam erkenden esnaf dükkânları kapatırmış.

Denizi, feribotların bulunduğu alanda dahi berrak ve tertemizmiş. Yalova utanmalıymış denizinden.

Barlar sokağında bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda bar varmış.

Ucuz yollu karın doyurmak mümkünmüş. Öğrenci dostu il olsa gerekmiş.

Kordondaki çay bahçelerinde genç, yaşlı, oyun oynayan oynamayan, çay ve de bira bir arada pek güzel oturulurmuş.

Kilitbahir feribotunda bembeyaz saçları ve bembeyaz dişleri olan Atılay Kaptan varmış çok sempatik ve konuksevermiş kendisi. Hem de dikkatli! :)

Gelibolu gezisi için Anafartalar Tur, ille de Selahi Bey rehberliği tercih edilmeliymiş.

Gelibolu, her gidenin görenin söylediği gibi müthiş etkileyici bir yermiş.

19 Temmuz 2009 Pazar

UYKU APNESİ

Söylenmedik cümlelerin dudağımdaki tortusuna su değdiriyorum geceleri uyanıp.

İçimde geçmişin coşkulu nehirleri, kurumuş…

Geriye dönmeyecek gemilere sallayabilsem elimi, geçer mi küllenmiş ateşe dokunan parmaklarımın yangını bilmiyorum.

Bilmiyor genç rüzgârlar dallarımı kıracak güçte esemeyeceklerini.

Bir gövdeye tutunmanın ne olduğunu bilir dallar, rüzgâr ancak değip geçer, macera olur … kendi macerasının tutsağıdır kimileri de.

Oysa ak pak sayfalara yeni öğrenilmiş sözcüklerin özeniyle yazılmıştı tümceler. Güzel bir öyküye benziyordu, huzurlu ve sakin. Ne vakit ayrıldı tümceler ögelerine, nasıl karaladı kalem sonu kimse bilemedi.

Herkesin bir kimsesizliği vardı. Kimseninki kimseye benzemeyen…

Zamanın silgisi geçer sözlerin, imzaların, bağların üzerinden ve uyanılır yeni kokularla sabahlara. En sevdiğin yemeği başka ellerden yersin bu kez, bir adı yanlış söyleme tedirginliği üzerinde.

Öyküler ne denli benzer birbirine? Birinden çıkıp bir diğerine geçiveren kahramanlara sormalı.

3 Temmuz 2009 Cuma

Polonya Seyahati




Macera 22 haziran sabahı beş dakika ile feribotu kaçırmamızla başladı. Hayatımda belki de -büyük olasılıkla-ilk kez erken gidip bekleyen kişi olmam işe yaramadı.

Karayolundan her türlü cambazlığı yaparak yetişme çabamız da İstanbul trafiği sayesinde sonuçsuz kalınca "uçağı kaçıran yolcular" olduk mu, olduk. Yüksek gerilim ve sıkıntı ile başlayan daha doğrusu başlayamayan yolculuk 23 haziran akşamına ertelenmiş oldu.

Aklım başımda iken ilk kez bu yaşımda bindiğim uçak çok keyifli geldi. Havalanma, yükselme, bulutların arasında ilerleme durumu mucize gibi ve şahane bir duygu.

İki buçuk saat sonra Varşova' ya inerken aşağıdaki göz alabildiğine yeşillik inanılır gibi değildi. Lublin' de gezerken bu kuşbakışı manzarayı yerde bizzat görüp "hmmm" dedim.

Varşova havalimanı terminal2 de 175 nolu otobüsü beklerken tanıştığımız Avustralyalı arkadaş tren garında inmemizi sağlayıp bir güzel tren biletlerimizi de Lehçe' sini kullanarak aldı sağolsun. Yoksa o öfkeli ve asık suratlı memure ile İngilizce anlaşmaya çalışmak ne sancılı olurdu benim için kimbilir.

İki saat on beş dakikalık tren yolculuğu ile vardığımız Lublin' den taksi ile otelimize varmamız gecenin bir buçuğunu, ailelerin orda çocukları almak üzere beklemiyor olmaları nedeniyle uyumamız iki buçuğu buldu. Koca valizleri yorgunluktan bitap halde sürüklerken hiç umursamayan resepsiyonist genci kınıyorum burdan. Sorunu çözmek için elinden geleni yapan ve çözen, çok şükür ki İngilizce de bilen garson Pietr' a ise tekrar gıyabında teşekkür ediyorum.

İlk gün sıkıcı gibiydi geziler. Gruplar kendi içinde takıldı gün boyu nerdeyse. Polonya grubunun tercümanlarından Peter ile güzel bir sohbet fırsatı bulduk yollarda. Zavallı, rehberin verdiği gereksiz bilgileri çevirirken utanıyor ve adeta özür diliyordu. Bir süre sonra tüm grup durumu fark etti ve çeviri anlarında genelde göz göze gelip gülünmesi eğlenceliydi.

Akşam yemeği tam katılımlı ve çok güzeldi. Yediğim tavuk şahaneydi. Magda ve Betty' nin çantalarında getirdiği votka şişesi ile masanın altından içki servisi gece boyu sürdü. Macarlar da pet şişede kendi içkilerini getirmeyi ihmal etmemişler elbette. Ben de tatmayı ihmal etmedim. Sertti!

-Çok mu ayrıntıya giriyorum acaba yine? Ama unutmak istemiyorum biraz da o yüzden yazıyorum.-

İkinci günde uzun uzun yolar gittik geldik, yemyeşil manzaralar izleyerek. Bir kralın adını taşıyan tarihi bir kasaba ve Polonya' nın en büyük nehri gezi kapsamında idi. Hediyelik eşya işinde zorlandık oldukça. Hiç albenisi olan bir şey yok desem abartmış olmam.

Sıkı bir yağmur yağdı burda ve biz o yağmurda dondurma yiyorduk çocuklarla :)

Akşam okulda verilen yemek çok zengin bir mönüden oluşuyordu. Tabii biz elemeler yaparak bir kısmını yiyebildik. Bir yemek bana çok aşina idi ve sürpriz oldu. Geleneksel bir Çerkes yemeğinin aynısı, bir tür mantı. Yemek boyunca kadehler kaldırıldı bol bol içildi. Bizim öğrenciler Emre ve Damla' nın öğrendikleri iki Polonya Halk şarkısı geceye damgasını vurdu. Polonyalı müdür inanılmaz memnun oldu ve tebrik etti. Gecenin sonunda patlamak üzere bir mide ile otele gittik Dorota, Anetta ve diğer kızlarla. Onlar alkole devam etti. Bu kadar sıvıyı nasıl tüketebildiklerini hiç anlayamadım. Onlar da benim çok yediğim için içmememi anlayamadılar. "Çok yemiş olabilirsin ama çok içmedin" dediler ısrarla ama bir yudum bile gidecek yer yoktu bende o yüzden kulak asmadım.

Böyle olmayacak sanırım bu yazı, çok uzayacak. Özetleyerek gideyim. Dorota ve Anetta' nın ilgisi çok etkileyici idi. Bizi nasıl memnun edeceklerini şaşırdılar. Otelden arabayla alıp bıraktılar üç gün boyunca. Hatta geleceğimiz sabah tüm ısrarımıza rağmen sabahın 6.30' unda kalkıp geldiler ve bizi trene bindirdiler. Yalova gezisinin onların hayatı için bir tür dönüm noktası olduğunu bu kez Anetta' dan da duydum. Artık fazla sayıda Türk arkadaşları var internet sayesinde.

Okul/iş ortamında çok ciddi ve resmiler. Sanki gece ve gündüz iki farklı insan gibiler.

Yakışıklı erkek yok denecek kadar az. Yalova' da her köşe başında bir yakışıklı gördüklerini söylüyorlar :) Güzel hatunlar var ama o da beklediğim kadar dikkat çekici nitelik ve nicelikte değildi.

Güzel anekdotlardan biri: Dorota' nın annesi komünizm döneminde, gençken yapay bir gölün yapımında çalışmış. İki yıldır oturdukları şirin, bahçeli evleri o gölün kıyısında. Zaman zaman komünizmi özlediklerini ifade ettiler sorum üzerine.

Lublin havalimanında tanıştığımız yer hostesinin Türk ve müslüman olduğumuzu öğrenmesi üzerine kendisinin de üniversitede müslüman olduğunu söylemesi ve cebinde taşıdığı tesbihi göstermesi etkileyici idi. Bize din kardeşliği ayrıcalığı gösterip en az 40 dakikalık bir sıradan kurtarması da pek güzel oldu. O da Allah'a emanet olsun :)

Dönüşte Polonya Lot Havayolları' nın bavulları hasarlı olarak iade etmesi canımızı epey sıktı. Şikayet etmek için bir girişimde bulundumsa da kayıp bagajlarının derdine düşmüş insanların kalabalığı ve "en azından kaybolmadı, yine şanslıyım" tesellisi ile sonuçsuz kaldı bu girişim. Freeshopta şapşal gibi gözüme pıstlattığım parfümle adeta canıma okudum ve ızdırap dolu kırk beş dakika geçirdim. Bu halde parfüm ve içki almak da kolay olmadı haliyle :)

Neyse işte sağ salim geldik. Bir hafta boyunca telefonun kullanım dışı olması ve benim duyup duymama sorunu yaşamamam, hazır bir plana dahil olma rahatlığı bitti. Ama kendi dilimizin konuşulduğu yere dönmek de azımsanmayacak bir rahatlık gerçekten.

20 Haziran 2009 Cumartesi

SON KULLANMA TARİHİ SORUNSALI

Bir can sıkıntısı, bir uyuzluk, bir nevi uyurgezerlik dönemi. Çok istediğin ve olacak bir şeye bile heyecan duyamamak, herşeyin saçma ve anlamsız gelmesi durumu. Yapacak bir şey yok, geçmesini bekleyeceğiz.

Daha önceleri de ara ara aklıma gelen ama üzerinde durmadığım bir soru bugün kırmızı biber kızartırken yine takıldı kafama. Bir yazayım bari dedim, belki bir bilen çıkar. Şimdi örneğin -örnek de gerçek, çağrışım ordan başladı- dolapta tüketilememiş bir kutu yoğurt var. Ama bu yoğurdun son kullanma tarihi iki gün sonra. Ben bu yoğurt ile çorba yapsam, çorbayı tüketmek için de mi iki günüm var, yoksa yoğurdu yoğurtluktan çıkardığım için o sınır kalkıyor ve çorbanın kendi ömrünü mü gözetmek gerekiyor? Canım bir de peynir ve peynirli börek ile örneklendirmek istedi. Öğretmenlik gereği olsa gerek, örnekleri seviyorum :)

Belki de biberlerin üzerine sarmısaklı yoğurt olur dökülür kendisi bilemiyorum. Hele bir acıkalım bakalım.

1 Haziran 2009 Pazartesi

EDEBİYAT NOTLARI/ SICAK KÜLLERİ KALDI

Oya Baydar' ın tadına doyamadığım çok ama çok güzel romanından alıntılar:

"Zamana ihtiyacın var. İyileşeceksin. Hep iyileşilir, unutulur; hep yeniden başlar insan. Yeniden başlarız."

"Soruların cevabı yok. Soru sorduğun anda işin bitmiş demektir. Çözümsüzlük, cevabı bulamamakta değil, soruyu sormuş olmakta. Soru, inancın, güvenin, huzurun bittiğinin işaretidir."

"Aşkta ve inançta soru sormaya başladın mı büyü bozulur. Dindar soru sormaz; aşık da, kör militan da öyledir. Onlar inanırlar ve inandıkları için huzurludurlar."

"-Seninle güzel şeyler yaşadık Ülkü, yazık ki geç kalmıştık. Geç de olsa hiç yaşanmamasından çok daha iyiydi. Aşk, yaşam, ölüm... Her şeyi yaşamak güzel. Belki de dünyaya gelmemizin tek amacı bu; yani her şeyi yaşamak, bütün yaşadıklarımızla zenginleşmek, sonra da ölmek. Başka türlü söyleyecek olursam, kendinden başka hiçbir amacı, hiçbir anlamı yok yaşamın."

25 Mayıs 2009 Pazartesi

GÜZEL HAFTA SONU

CUMARTESİ

Dans okulu olarak İstanbul' un ünlü Latin gecelerinden birinin mekanı olan Machkolik' e gidiş, salsa ve bachata sıcağından serinlemek üzere Milonga bölümünde tango izlemeye kaçışlar... Tangonun büyülü atmosferini, farkını yakından hissederek hayranlıkla izlerken denememi sağlayan kibar beyefendi, üç parça derken -usulen üç parça dans etmeliymiş ilk seferde- hoş bir uyum ve aktarılan pozitif enerji sayesinde , Nevzat' ın usulca yaklaşıp "Nermin herkes on dakikadır seni bekliyor" cümlesi ile ancak beşinci parça sonunda bitirilen deneme, dans ayakkabıları ayağımda, diğer ayakkabılar elimde servise doğru koşturmam... Dönüşte bu ortadan kaybolma ve hiç umulmayacak bir şekilde tango yaparken/ yapmaya çalışırken bulunma durumumun bana takılma konusu olması da eklenebilir. Bu bana uzun yıllar öncesinden benzer hoş bir anıyı hatırlattı. Henüz ortaokuldan mezun olduğum yıl Alanya' da geçirdiğim yaz tatilinde, sevgili dayımın işletmekte olduğu Han Disco' ya gidiyorum geceleri. Bir gece bakınıyor, beni ortalıkta göremiyor. Üst kattaki şark köşelerinde uyuyakaldığımı düşünürken ne görsün: Nermin pistte bir Alman turistle dans etmekte :)) Durumu yengeme anlatmasıyla öğreniyorum ben de sonra.

Ha bir de sabahın 4.30' unda şık şıkırdım halde, apartman girişinde alt komşumuz (Hacı) İsmail Amca ile karşılaşma talihsizliği :S

Adımlar... ileri, geri, geri, yana, ileri... adımlar önemlidir. Bir biranın dökülüşüne ulanır bazen, ince bir tülün ardında son bulur tango vals gibi. Geriye atılan adımlar, ileride daha yakın bir pozla süslenebilir.

PAZAR

Pitos tobaro*lardandan yayılan enfes kokularla kendinden geçen bozkırkızının sahil yürüyüşü.

Bu kentin en çok bitkilerini seviyorum sanırım. Çınarları, yaseminleri, hanımelini, her sabah özellikle burnumu kaldırarak altından geçtiğim bembeyaz çiçeklerle bezeli portakal ağaçlarını. Kokular duygusal bağlar oluşturur insanda. Bir gün dönersem bozkırıma, burnuma bu kokular esecek Yalova'dan, biliyorum.

Bazen minicik bir çiçek yaşamı anlamlı kılabiliyor bakmasını bilene. Bazen bir çiçek...


*Uçurtma' ya teşekkür ..

18 Mayıs 2009 Pazartesi

HER KİMSE...

Yarım kalan çaylar gibi soğuyunca bırakılır mı içilen güzel geceler, prensesler uyanmak istemezken sunulan meyveli şarap tadında düşlerden?

Belki bir başka kıtanın gözü hep yaşlı bir ülkesinde, senin öykünü şarkı yapar anlatır aynı yıl dünyaya geldiğin biri. O çok zor bulunur (sandığın) şeyi nasıl da tanımlar, nasıl edemediğin vedayı dillendirir yerine, şaşar kalırsın. Sen ki yazılanlardan kendine kurtarmıştın cümleleri, imgeleri. Y'ollar nereye çıkacak bilememiştin, biri başlamadan sonunu görmekte iken. Gördüklerini kendine saklar iken...

Kim bilir, başka gezegenden oraya bırakılıp gidilmiş kadar yabancılaşma anlarının anlamını? İçinden geçen "Sen metinde üç beş satır atladın/Ben geçmiş zamanda dondurdum fiilleri" dizelerini, kim okur iğneli sözlerle dürtenlerden? Kimse bilmez. Kim-se de bilmez hayalleri mi kırılmıştır, yüzüstü mü kalmıştır.

Bilmek de önemli değil çok şeyi. Anlamak için çabalamak da, gereksiz bulunacak kadar yorucu ruhu geceden dışarı uğramışlar için. Hoşçakal demeyi becerebilmek yeter bazen.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

MADALYONUN DİĞER YÜZÜ

Gördüğüm/görmeyi seçtiğim resmin arkasını çevirip bakmam gerekiyor bazen; hatta hiç unutmamam belki de... görünce, bakınca, hatırlayınca, üzerinde düşününce bir renk karmaşası, bir astigmatın birbirine geçmiş gölgeli harflerden oluşan uzun cümleleri okuma sancısı, yolun kıvrımlarını algılayamadan direksiyon sallama gerginliği virajlarda, iyi ki uyanılan rüyalar vs. vs...

28 Nisan 2009 Salı

FETHİYE - KAŞ KAÇIŞI

Kısa kaçış planlarımızdan birini gerçekleştirdiğimiz dört gün ilâç gibi geldi. Zaman kısaysa da yollar pek uzundu. Ayaklarımızı nerelere koyacağımızı şaşırdık otobüste ama herşeye rağmen çok güzeldi seyahat.

Fethiye' ye yedi koca yıl önce bambaşka bir hâl içinde gitmiştim, aylardan kasımdı. O zaman göremediğim ve aklımda kalan Ölüdeniz nefisti. Bir mavi ve yeşil doygunluğu yaşattı bize. Bir de yamaç paraşütü yapsam cilâ olacaktı ama o da bir sonraki sefere kaldı.



Saklıkent' e iyi ki gitmişiz yoldan yılmış halimizle. Kanyonların bir doğa harikası olduğunu düşünürüm zaten. Sanırım ilk kez bir kanyon yürüyüşü yapma şansım oldu. Orada da bir ara rafting yapmak lazım.Aman ondan da eksik kalmayalım :) Dönüşümüz yine bir küçük maceracık niteliği kazandı son aracı kaçırmış olmamız nedeniyle. Sağolsun yurdumun insan canlısı, yardımsever esnafı sayesinde yoldan geri döndü minibüs bizi almak için. Yoksa artık geceye kadar esnaflarla bekler, perperişan bir durumda dönerdik herhalde onca yolu. Benim rahatlığıma kulak asmadığın için teşekkürler Miacık :)

Kaş... ne ruh sağaltıcı bir yer orası öyle. Küçüklüğü, sakinliği, tertemiz turkuaz ve yer yer lacivert denizi, yeşili, zeytin ağaçları, limon ağaçlarından ve renk renk çiçeklerden esen enfes kokularıyla büyüledi bizi.

On bir yıl üst üste her tatilinde Kaş' a gelen ve bize kendi ülkemizde mihmandarlık yapan Alman turist Joachim' i de büyülemiş olmalı yıllar önce. Kendi ülkemizde ilk kez gördüğümüz bu güzelim beldeyi bir yabancı turistten dinlemek biraz zorumuza gittiyse de, sağolsun pek keyiflendirdi bizi. Öğrendiği Türkçe kelimelerle kurduğu cümleler yetti zaten. "oha!, abla şimdi..(bize), sağol baba, sannanne, istemiyoum.. ama çok istemiyoum..." Bir süre dilimize pelesenk olacak gibi bunlar.




2000 yıl önce yapılmış, 4000 kişilik antik tiyatronun tepesinden ve sahildeki minderlerden yıldızları izlemek, Kaş Kamping' in şefinin nefis, şık kahvaltısını muhteşem manzaraya bakarak yemek, Echo Bar' ın balkonunda İngiliz grubunun nefis blues müziklerini dinlerken limana karşı bira yudumlamak, akşam yürüyüşümüzde bize eşlik eden kampın sevimli (Joachim' in Akdeniz Haski olarak nitelediği) köpeği Keş' in arkamızdan donup bakakalması... gezinin unutulmaz anlarından.



Molada Mia' nın her zamanki emin tavrıyla hareket etmemize 20 dakika olduğunu söyleyerek benim tuvalete gidişimi -neyseki kısa bir süre- ertelememe, sonra da 'anons üzerine otobüse son yetişen insan' olmama sebebiyet vermesi, benim dönüşte onu haşlama faslım, otobüste ikram yapılırkenki yüzsüzlüğümüz ve akabinde gülme krizine girişimiz, odada lahmacun gibi gülümseten kareler de var belleğimizde.

Yer önerisiyle bu keyifli konaklamaya katkıda bulunan ortaokul arkadaşım Mehmet' e, güzel zaman geçirmemizi sağlayan, muhabbet insanı, bizden daha yerli turist Joachim' e, çantalarımızı motoruyla terminale bırakan resepsiyonist Sedat' a, tertemiz kalpli, sevimli insan Levent Abi' ye, bizi gece yarısı terminalden almaya gelen cefakâr dostumuza minnet duygularımızı belirterek yazıyı bitirmeye çalışırken son olarak diyorum ki: Şansınız varsa lütfen gidiniz, geziniz, paylaşınız.


2 Nisan 2009 Perşembe

TEŞEKKÜR

Geçtiğimiz hafta Ankara' da yıpratıcı ve zor bir hafta geçirdim. Özellikle annemin operasyonu ve ardından beklediğimiz uzun mu uzun saatlerin benim zihnimden ve bedenim geçişi yıllara tekabül edecek nitelikteydi.
Yaşamın ne kadar hassas dengeler üzerinde döndüğü gerçeği ile bunca yakın olmak çok rahatsız edici. Ufacık bir sapma ile kendini yürüdüğün yoldan çok uzaklarda bulma, belki başladığın yere geri dönme, belki de bir adım dahi atmayacak halde kalma olasılığı...
Zoru bir nebze kolaylaştıranlar, ayazda kalmışçasına titreyen yüreğime sıcacık cümlelerle dokunanlar, uzak ellerini uzatmaya ne kadar hazır olduklarını dile getiren sevgili yol arkadaşlarım; zor zamanların adamı ortak'ım, en kötü rüzgârlarıma dayanan güzel uçurtmam, derdimi derdi gibi taşıyan mis kokulu çiçeğim, büyümüş de küçülmüş küçük prensim, sağaltıcı etkisiyle uzun ve güzel konuşmalar yapan sevgili paşam, dualarıyla ve gönülleriyle yanımızda olan herkes... Hepinize ayrı ayrı çok büyük minnet duygusuyla teşekkür ediyorum. Eksikliğinizi göstermesin Tanrı. Hiçbirimize sevdiklerimizin acısını, eli kolu bağlı bekleme güçlüğünü de.

19 Mart 2009 Perşembe

BU SABAH

Geç yatıp bölük pörçük uykuyla tamamlanan bir gecenin sabahında isteksizce yataktan kalktım ve işe geldim.

Sabaha doğru 4:25' i gösteriyordu saatim, ağlayarak uyandığım esnada. Babamı bir kafede görüyor ve yanına gidiyorum, boğazında bir ufak hortum. Öyle çok, öyle özlemle sarılıyorum ki... Uyarıyor: "Fazla yaklaşma kızım, hortumdan mikrop kapabilirsin." Ağlama duygusu öyle güçlü ki rüyâda, uyandırıyor beni ve rüyâda bırakamıyorum, bırakmak da istemiyorum zaten.

Sonra yağmur, odamın camı. Diğer odamın camı ve yine yağmur... Ağırlık, taş gibi durma, yosun bağlayana kadar durma isteği ve dil paslanana kadar susma...

16 Mart 2009 Pazartesi

CADDELER VE SEÇİM

     Başımı esir alan iki günlük ağrıyla banka, ödeme vb. işler için dışarıda bulunduğum bir saat içerisinde seçim havasını(!) solumak zorunda kaldım. Aman Tanrı'm! Bu nasıl bir görüntü ve gürültü kirliliğidir. Art arda geçen arabalardan tuhaf müziklere yamanmış propaganda cümleleri, seçim vaatleri, gökyüzü ile aramıza girmiş yüzlerce kumaş parçası...

     Üstelik bunların kaynakların hoyratça kullanılması sonucu ortaya çıkan manzaralar olması hepten sinir bozucu. Ekonomik anlamda bu kadar zor günler geçirirken ve daha aylar geçirecekken milletçe, ülkece; bu savurganlığın, bu çirkin görüntülerin bir nebze de olsa kısıtlanması gerekmez miydi?

4 Mart 2009 Çarşamba

DANS...DANS...DANS...



Son beş aydır hayatımdaki en güzel renkten söz etmek istiyorum nicedir. Ancak elim değdi :)

Çocukluğumdan beri çok sevdiğim, yapmayı arzu ettiğim, televizyonda rastladığımda ekrana kilitlenip dış uyaranlara kendimi kapattığım o estetik eylem, sanat.. Buz dansı olsun, bale, tango ve zamanla ortaya çıkıp gelişen modern dans olsun hepsi benim için inanılmaz heyecan vericiydi oldum olası. Yıllarca hemen her gece rüyâlarımda buz dansı yaptım ve aile bireylerine sabahları işkence edercesine anlattım. Erkek kardeşim artık ben cümleye başlamadan isyan eder olmuştu :) Evde müziği açıp modern dans çalışmalarım, sandalyelere ayağımı uzatarak kişisel bale eğitimimi düzenli olarak yapmamı da unutamazlar elbette.

Lise son sınıfta başlayıp dört yıl devam ettiğim Kafkas Halk Dansları ekibi benim dans konusundaki şişkinliğimi bir nebze giderdi. Hem baleye benzeyen hareketler ve çalışmalar, barındıran hem çok asil ve çeviklik gerektiren danslardı.

O yıllardan sonra yeniden hayatıma aktif olarak dansın girmesinden çok mutluyum. Dans, müziğin bedendeki yansıması, ritmin görselliği... Aşkın, tutkunun, acının, mutluluğun,inançların ifade bulduğu; yalnız yapılanı, partnerle birbirini tamamlayarak edileni, grupla senkronik biçimde hareket edilerek göz dolduranı... ne çok türü var. Dans edebilecek güce, koşullara sahip olduğum için ne kadar sevinsem ve şükretsem azdır.

Ne demiş şair: "Asla yaralı olmamışsın gibi sev.
Kimse sana bakmıyormuş gibi dans et.
Kimse dinlemiyormuş gibi şarkı söyle.
Cennet dünyadaymış gibi yaşa."

15 Şubat 2009 Pazar

.....................

Yaşam bazen, taşıdıkça ağırlaşan bir çanta misali omuzda. Hele ki yürümekten hazzetmediğin yollarda isen.
İzlediği bir filmde aklına düşmek birinin, uzaklardan sürpriz kartpostallarla anımsanmak, dinlenen ezginin paylaşma isteği duyulanı olmak, hırkanın kokusunu özlemle içine çektiğine tanık olmak bir başka parçanın, farklı zamanlarda aynı sayfalara birbirinin gözü ile bakmaya çalışmak ortak bir ruh yakalananlarla, yarasını gösterip şefkatine sığınması bir çocuğun, gecenin katran karasında yılların tüketemediği kelimelerin çarpışmasını beklemek karşılıklı... Bu vakitlerdir taşınanı anlamlı kılan, yüksünmekten mahcubiyet duymana sebep olan..

25 Ocak 2009 Pazar

gitmek

Yollara düşmek, giysilerinle dolu bir valiz, düşünce, kaygı, sorular, sorgulamalarla dolu bir zihni taşıyarak otobüs camından akıp gidenlere bakıyormuş gibi kendi akışında ilerlemek zamanı şimdi.

Kentten kente değişen iklimin kendi ruhundaki havaya yansımasını duyumsamaya çalışacaksın. Geçişler yumuşak mı, sert mi? Kuru ayaz mı daha katlanılır, nemli poyraz mı? Şimdi sınamak zamanı teni..

16 Ocak 2009 Cuma

sayıklama

Nasıl da değişebiliyor insanın dengesi birdenbire. Bir süre kendine verdiğin 'gaz' la epeyce bir gidiyorsun, sonra devri düşüyor motorun, vites küçülüyor, yol hep rampa yukarı. ( Epey sürücü olmuş muyum ne?) En azından benim için böyle.

İncecik bir çizginin bir yanında gün güneş, diğer yanda zifiri karanlık. Bir bu taraftasın, bir diğer... Bazen de "yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe".

7 Ocak 2009 Çarşamba

müzik ve dostlar

İyi ki ikisi de var şu yaşamda dediğim günler.

Sıkıcı ve karanlık son pazar günümüzde Miacık ile izlemek üzere seçtiğimiz film, günü renklendirmekten çok sıkıcılığının altını çizdi. "Zeynep'in Sekiz Günü"... Ne bitmez günlerdi Tanrım! Yer yer sinirsel gülmeler, baştan sona tiye almalarla sonuna yakın bir yere kadar izleyip "Eeh, yeter.Sonuna bakarız" diyerek dağıldık odanın köşelerine.

Filmde en güzel şey, hatta tek güzel şey ilk kez duyduğum nefis bir şarkıydı. Dvdnin sonu geldi, şarkının kısacık bölümü dakikalarca dönüp dönüp çaldı, dokunamadım kumandaya.

Sonra başladım şarkıyı aramaya. Ama aramalar başarısızlıkla sonuçlandı (evet hâlâ neyi nasıl bulacağımı bilemiyorum bazen sanal dünyada). O sırada arşivinde olup olmadığını sorduğum sevgili arkadaşım ve ince eşinin sayesinde iki gün sonra o müthiş şarkı ve yanında ekstra güzelliklerle dolu bir cd ulaştı elime. Ben iki gündür cdyi yanımda taşıyor, sağa sola kopyalıyor, eve gelip hemen çalmaya başlayarak keyif yapıyorum.

İyi müzik ne kadar güzel bir şey! diyorum. Yaşama tat veren bu küçük ama büyük şeyleri yaşattığı için teşekkür ediyorum Tanrı'ya.

Bu kadar beğendiğim şarkıyı eklemezsem ayıp olur herhalde. Hem böyle biraz kendime saklamak istiyorum hem de herkes bilsin ve sevsin :-) Ama ben içimde tutamıyorum hiç bir şeyi işte, bilirsiniz. O halde buyrun, kulaklarınıza armağan olsun benden.

http://fizy.org/d4fIkzEoWEftNw

bir de şuna bayıldım: http://fizy.org/d4fIT__yTGWE7I Teşekkürler, ellerine ve ruhlarına sağlık talebime bu kadar güzel ve hızlı yanıt verenlerin...