Geç yatıp bölük pörçük uykuyla tamamlanan bir gecenin sabahında isteksizce yataktan kalktım ve işe geldim.
Sabaha doğru 4:25' i gösteriyordu saatim, ağlayarak uyandığım esnada. Babamı bir kafede görüyor ve yanına gidiyorum, boğazında bir ufak hortum. Öyle çok, öyle özlemle sarılıyorum ki... Uyarıyor: "Fazla yaklaşma kızım, hortumdan mikrop kapabilirsin." Ağlama duygusu öyle güçlü ki rüyâda, uyandırıyor beni ve rüyâda bırakamıyorum, bırakmak da istemiyorum zaten.
Sonra yağmur, odamın camı. Diğer odamın camı ve yine yağmur... Ağırlık, taş gibi durma, yosun bağlayana kadar durma isteği ve dil paslanana kadar susma...
Çoğumuz babamız henüz hayattayken onun yüzüne bir kere bile dikkatle bakmayız. Baba 'baba' sözcüğünü kullanmaya başladığımız günden itibaren sürekli karşımızda duran bir alışkanlıktır. Yıllarca babamızdan değil, bir alışkanlıktan bahsederiz: Annemize, "Babam bu gün neden gecikti?" diye sorarız; kardeşimize, "Babam yine su istiyor." der ve dertleniriz; bazen de,"Babama hangi yalanı uydursam," diye planlar kurarız kafamızda. Baba, her seferinde bize biraz uzak,biraz yabancı birisidir. Her gün elbiselerini giydirip sokaklara saldığımız o 'biraz' yabancının, zamanın karşısında an be an nasıl da eriyip gittiğini fark edemeyiz bile. Oysa ilkin ve hep onun elbiseleri yaşlanır, ilkin ve hep onun saçları ağarır,ve hep o öksürür.
YanıtlaSilBizim, bir alışkanlığın perde gerisinden baktığımız o yüzde zaman, çizgilerden,girintilerden ve çıkıntılardan yeni bir yüz yapar, bunu da fark etmeyiz. İçimizden az buçuk dikkat kesilenler bilirler ki, baba, göz altlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren kederli göçmenidir evimizin.Bir an gelir, göz altlarındaki torbaların ağzını gözlerinin feriyle bağlayamaz olur artık. Bir an gelir,o iki bağcık da hiç ummadığımız bir vakitte, hiç ummadığımız bir yerde çözülüverir. Çözülüverir ve babamız, bizden sakladığı bütün yorgunluklarını orta yerde bırakıp, kasketinin altını terk eder.
Biliyor musunuz, babamız birgün ilk defa gerçekten ölür!.. Babamız birgün ilk defa gerçekten ölür ve biz ilk defa o gün anlarız, evimizde bir babamız olduğunu. O gün anlarız ki, aramızda dolaşan yalnızca alışkın olduğumuz bir gölge değildi; o gün anlarız ki artık annemizle anlaşarak kandıracağımız bir saflık, sessiz sedasız çekilip gitmiştir aramızdan; ve o gün anlarız ki 'baba'dan bize kalan, bir kelimeden çok öte, çok daha ağır bakiyedir. Şeceremizi bir arada tutan en kalın damar ansızın kopmuş, şimdiye kadar nasıl durduğunu düşünmediğimiz aile şemsiyemiz yağmur vurdukça su geçirmeye başlamıştır. Daha başka şeyler de olmuştur baba gidince:içimizdeki korku kaybolmuştur artık; sofranın baş köşesinde yaşlı, kocaman bir boşluk açılmıştır; akşam haberlerinde esirgenmeden savrulan bir küfür orta yerde sahipsiz kalmıştır; dahası, babayla beraber ilgi duymadığımız pek çok memleket haberi de sınırlarımızın ötesine göçmüştür.
Baba ölürken bize bir iyilik yapmış,üzerine dertlenilen bir ülkeyi de kendi gövdesiyle beraber ölmüştür...
Artık içimizden hiç kimsenin, babanın yerine baba olamayacağını, vaktin çıkıp çıkmadığını onun sesiyle soramayacağını anladığımızda, çaresiz bir şeyler yaparız: kendimizi babamızın hiç ölmediğine, şeceremizin hiç dağılmayacağına inandırmak için, onun en sevdiğimiz resmini büyülterek, annemizin ya da en büyük kardeşimizin odasındaki duvarın orta yerine konduruveririz.
Konduruveririz ve resme bakarken ilk defa babamızın yüzüyle yüzleşiriz. Böylelikle ilk kez, babamızın gözlerinde bir göç öncesinin alınganlığını görürüz; babamızın saçlarının fazlasıyla beyazlaşmış olduğunu görürüz, ilk kez görürüz ki,babamızın alnı yaşadığımız coğrafyanın kaderiyle aynıdır: Babamızın alnı,sanki savaştan hiç kurtulmamış bir cephe yerine benzetilmektedir; babamızın alnı,bizzat hayatın alnıdır!
Onu yeniden aramıza çağırmakla,onun yüzünü her gün görebileceğimiz bir yerde ağırlamakla, bir süreliğine de olsa,ölü babamızla ilk kez içtenlikle baba evlat haline geliriz. Konuk ettiğimiz insanlara anlatırız onu,onun kim olduğunu soran çocuklara; öyle ki, onun kim olduğunu sormayanlara içlendiğimiz bile olur. Duvarda,bir yanlarını yeni yeni hatırladığımız, çerçeve içinde bir babamız vardır artık... Ama mevsimler, gün gelir, babamızın duvardaki resmini de soldurmaya başlar. Babamızın göz altlarını tutan o incelmiş bağcıklar, bir kere daha unutkanlığımız tarafından kopmaya terk edilir. Aramızda heyecanla çağırdığımız sevgili ölümüzü yüzü, mahkum olduğu çerçeve içinde tekrardan bir gölgeye, tekrardan bir alışkanlığa dönüşür. Bir evden başka bir eve taşınırken, eşyalarımızın arasında can çekişir durur; yeni evimize uygun olup olmadığını düşünecek kadar uzaklaşır aramızdan. Nihâyet, yeni evlerimiz, bu yakışıksız yabancının resmini duvarları için uygunsuz bulmaya başlar. Yeni evlerimizin duvarları, su kenarlarını, tarlaları, yorgun işçi tulumlarını,bir memurun çantasını, bir askerin kaputunu, bir kasketin alınlığını ve bütün o eski alışkanlıkları kabul etmez olur artık. Birgün biz yine fark etmeden, duvardaki yerinden de devrilir babamız. BİRGÜN BABAMIZ İKİNCİ KEZ ÖLÜR!
işte bazen(bu kelimeyle ilgili daha önce bişeyler söylediğimi hatırlıyorum burada)daha sabahleyin kalkar kalkmaz, eski, solgun ve altımızdaki çarşaf kadar buruşmuş buluruz dünyayı. öylesine suya konulmuş ve konulduğu bardağın içnde unutulmuş bir çiçek gibi,rengi atmış yapraklarımızın arasında bükülüp dururuz.ve ruhumuz bir türlü çıkaramayız kapandığı evden. sanırım seninki de böyle birşey.
Ne diyeceğimi bilemiyorum bu güzel yorum ötesi yazı için. Çok güzeldi okumak."baba, göz altlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren kederli göçmenidir evimizin" ne güçlü bir ifade. Teşekkürler, çok teşekkürler...
YanıtlaSilrica ederim. aslında hırlı hırsız adlı yazına da bir yorum yapacaktım ama vaktim yok. ama ilk fırsatta yapacağım ona da bir yorum. o yazın çok etkiledi beni çünkü. bazen kulağımda patlıyor yazının sesi.
YanıtlaSil