19 Aralık 2012 Çarşamba

yeni annelik


     68 günlük anneden merhabalar.

      Minik kızımın 18 günlük hastane öyküsünü düşersek 50 günlük birlikteliğimizden söz etmeyi nicedir çok istiyordum. Ancak, zaman ve ruh hali denk gelmeyince gelmiyor işte.

     Şunu baştan söyleyeyim: Ben öyle annelik heveslisi, aman da bir an önce çocuk yapsam diyen bir kadın hiç olmadım. Bir ablam benim  çocuk konusunda hiç istekli olmadığımı söylediğim 20’li yaşlarımda, “30’una gelince görürsün” demişti. Çocukları, çocukluğumdan beri çok sevmekle beraber çocuğum olması konusunda 30’larda da tutkulu bir istek duymamıştım. Ta ki güzel adamımla tanışıp hayatımızı birleştirene ve onunla bir çocuk büyütmenin güzel, kolay ve keyifli olacağını düşünene kadar.

     Bebeğin ne kadar güzel bir şey olduğunu teorik olarak biliyordum elbette. Pratikte ise hep zorlukları, insanların hayatına getirdiği kısıtlamalar dikkatimi çekiyordu. Nitekim bizim toplum insanı en çok bu yönlerinden söz eder. Kadınların, doğumu en korkunç haliyle anlattıkları gibi.

     Şimdi minik kızımla günler su gibi akıp geçerken bir bebeğin ne kadar güzel olduğunu çok yakından görüyor, duyumsuyor ve dile getiriyorum; ne mutlu bana. Bu güzellikler neler mi?

     Bir kere her şeyden habersiz, tertemiz ve savunmasız bir insan yavrusu o. Ne giydirseniz onu giyiyor, nereye koysanız orda kalıyor. Bazen müthiş bir şefkatle içimi e göz pınarlarımı dolduran bu durum, bazen de beni gülümsetiyor. Kusması nedeniyle boynuna bağladığım önlüğe bakıp gülüyorum, kafasına taktığım başlığın onu nine gibi göstermesine, kollarını içine soktuğum battaniyeyi açtığımda karşılaştığım manzaraya…

     Kucağında bir bebek tutmak dünyanın en tatlı duygularından. Göğsünüze yaslanmış, minik ayaklarını karnına çekmiş ufacık bir bedene sarılmak, onu koklamak, kedi tüyü gibi saçlarını okşamak öylesine huzur verici ki. Tenlerinin o pürüzsüzlüğü ve sıcaklığı sonra...  Kollarına ya da dizlerine  yatırdığında sarkan ayakların sevimliliğini de söylemeden geçemem.

     İncelemek: Minyatür eller ve ayaklar en bakılası yerleri. Ah bir de o parmakların sizin parmağı kavraması yok mu! Bu bebek denen varlıkları uyurken izlemesi de şahane bir şey. Çok tuhaf ve beklenmedik sesler çıkardığı zamanlar da var. O da enteresan oluyor :)
                                                                                  
     Benim en sevdiğim şeylerden biri de giysileri. Renk renk, şirin mi şirin o küçücük tulumlar, patikler, onları giydirip bakmak, fotoğraflarını çekmek çok zevkli.

     Ben güzel Irmak’ımla ilgilenirken, onun ihtiyaçlarını karşılarken, bir insan yavrusunun nasıl sevgi ve şefkate gereksinimi olduğunu çok yakından görmüş de oldum. Bu güzelliklerle dolu ama tamamen aciz varlıkların yalnızca fiziksel ihtiyaçları yok. Sıcak ve ilgili bir ortama, sevecen kucaklara da muhtaçlar. Tek yapabildikleri ağlamak. Ağlarken nasıl kıyılamaz durumdalar Tanrı'm. İşte bu yüzden Irmak’ı hemen her kucakladığımda, altını değiştirip onu beslediğimde dünyadaki tüm bebekler için dua ediyorum.

     Özellikle sabahları  öyle şükran duygusuyla doluyorum ki ona bakınca. Allah’ım bana bu güzel bebeği verdiğin için binlerce kez şükürler olsun. Çocukları çok seven ve bir bebeği hak eden herkese de ver n’olur.






16 Ekim 2012 Salı

IRMAK'I BEKLERKEN

Merhaba.
     Başlık nicedir aklımdaydı. Elim değip yazamadım kızımın doğmasını beklediğim günleri. Oysa 33 hafta 2 günlükken dünyaya geldi ve tembel annesini pek hazırlıksız yakaladı. Ama başlık hâlâ geçerli. Çünkü kendisini şimdi de evde bekliyoruz.

      9 Ekim salı günü kontrole gittiğimde doktor suyundaki azalmanın değişmediğini, beni eve gönderemeyeceğini söyledi. Ben yalnız ve tedirgin, işlemlere başlamışken Gök'üm ulaştı.

      Üç saatte bir NST ile izlenen Irmak, azıcık suyunun içinde hâlen kıpır kıpırdı. Ertesi sabah uykudaymış küçük hanım meğer. Doktoru ve beni korkuttu oldukça. Akşam üzeri son bir su ölçümü yapıldı ve iki doktorun ortak görüşü ile ameliyathanenin yolunu tuttuk.

     Uyutulma öncesi ameliyat masası ve uyanma safhası hiç hatırlamak istemediğim sahneler.

     2060 gramlık minik kızımız yoğun bakıma alındı. İkinci gün sabahı çişini yaptı diye ilk mutluluğu yaşadık ailecek. Günlük 5 dakika ziyaret ediyor, kuvözün ardından bakıyoruz babasıyla. Kimseye benzetemiyoruz Irmak Hanım'ı.

     Ciğerlerine tüp takıldı endişelendik, çıkardık dediler, sevindik. Kilosunu verdi dediler, rahatladık. Bugün de ilk defa anne sütü verdiklerini öğrenip bayram ettik neredeyse. Allah tüm bebekleri anne babalarına bağışlasın. Yoğun bakımda yatan bebeklerimizi sırayla kucağımıza almayı kısmet etsin. Doğurup hastaneden bebeğini alıp çıkmak ne lüksmüş meğer, bunları yaşayınca anlıyor insan.

     Kızı da annesi gibi güçlü olacak biliyorum. Günbegün iyiyleşip güçlenip yengelerinin özenle hazırladığı odasına gelecek.





12 Eylül 2012 Çarşamba

Irmak-30

      Uzun bir aradan sonra merhaba. Ben artık 63 kiloyu geçtim biliyor musunuz? Kapalı ayakkabılara bakmak dahi istemediğim şu günlerde arkadaşlarım "dolma parmaklarım"a bakıp hafif acıyor.

      Irmak kızımız iki hafta önce 1100 gr. civarındaydı. Şu anda 29 hafta 2 günlük.  Meyve, tatlı gibi bir şey yedikten sonra inanılmaz hareketler yapıyor karnımda. Dışarıdan da gayet görülebilir kıpırdanmalar.

     Geceleri yattığım tarafın feci şekilde uyuşması/ağrıması ile uyanıyorum. Yüzüstü yatmayı çok özledim bu arada.

     Bir bebeğim olacağını düşününce fena oluyorum bazen. Gözlerim doluyor olur olmaz. Babaannesi hayatta olmadığı için ve birbirlerini tanıyıp sevemeyecekleri için E-5 üstgeçitlerinde ağlamaklı olabiliyorum örneğin.

     Son görüntülemede yüzüstü, elleri başının altında yatıyor dedi doktor. Ben de bebekken hep bu pozisyonda uyurmuşum. Ne güzel! Annem, benim gibi sakin ve sorunsuz olursa çok rahat edeceğimi söylüyor. İnşallah öyle olur.

     Oda konusunda henüz hiçbir gelişme kaydetmedik. Sadece biraz giysi alışverişi yapıyorum. İlknur Teyzesi ve bizim teyzemiz epeyce destekledi zaten bu konuda.

     Bugün slingleri araştırdım epeyce. Bana sıcak geliyor kullanma fikri. Deneyeceğim bakalım.

Şimdilik bizden haberler böyle. Yakında görüşmek üzere.

31 Temmuz 2012 Salı

DOĞU KARADENİZ'DE 1400 KİLOMETRE

7 Temmuz 2012 sabahı Trabzon'a uçup, havalimanından kiraladığımız araba ile gezimiz başladı. Trabzon-Rize yolunda Serender'de kahvaltı edip Rize'ye devam ettik. Rize Kalesi ve Ziraat'e şöyle bir bakıp, biraz soluklanıp indik aşağıya. Çayın yanında limon alabilir miyim diye sorduğum çay bahçesi garsonu "bizde limon yok. Sadece çay!" diye yanıtladı :)
Rize'de Gülsün'ün önerdiği Pokut Yaylası'na gitme niyetindeydik ancak kime sorsak "arabanız ne?..... o arabayla çıkamazsınız" yanıtını alınca mecburen asfalt yolu ve bol pansiyonu olan, hayli de kalabalık haliyle bize dudak büktüren Ayder'e çıktık. Haftasonu olmasının da etkisiyle piknikçiler, mangalcılar heryerdeydi ve araç park etmek bile çok zordu. Zafran Otel'i beğenip orda kalmaya karar verdik. Yamaçtaki otele çantalarımız Karadenizli'nin hayatını kurtaran makara sistemiyle çalışan tellerle çekildi. Pansiyon çokluğu ve kalabalığa rağmen güzeldi Ayder. Karşımızda yemyeşil dağ ve zirvesinden süzülen sular, horon tepen insanlar, tulum sesi, yürüyüş parkuru...
Ertesi sabah Artvin Hopa'ya kısaca uğrayıp (çünkü uzun zaman geçirecek yeri yok), Borçka'da pazar günü olması sebebiyle tek açık dükkandan dönerimizi yiyip (meşhur dedi Özgür) Macahel Yaylası'na doğru sürdük arabayı. Son anda aradığımız Tema Konukevinde (işte burası)o gecelik yer vardı bereket. Macahel'e çıkmak zordu. Arabada sürekli sarsılmak, "şurdan bi yuvarlansak" diye düşünerek korkmak bir buçuk saatten fazla. Şoförümüz Gök, işi iyi biliyor neyse ki.
Macahel'e vardığımızda öğleden sonraydı. Tema Vakfının konukevi gerçekten çok güzel bir konaklam yeri. Etraf yemyeşil ve çok güzel. Dünyanın sayılı biyosfer alanlarından biriymiş burası.
Camili köyünün tarihi ahşap camisine bakıp çevreyi dolaştık biraz. Akşama gelen bir turla Macahel belgeseli ve Tema'nın burdaki takdire değer arıcılık projesini izledik seminer salonunda. Bahsedilen şelale, filmde de oldukça güzel görünüyordu. Sabah şelaleye gitmeye karar verdik ve tur arabasının -iyi ki- peşine takıldık. Aksi takdirde bulmak hiç kolay olmazdı. 45 dk. arabayla, içimiz dışımıza çıkarak, bir o kadar da ormanın içinden yürüyerek grupla bütünleşmiş halde şelaleye vardık. Yukarıdan görülen şelaleye inmek çok kolay olmayacaktı belli ki. Benim de artık durmam gerekiyordu. Irmak'ımızı şelaleyle daha yakından tanıştırmak isterdim ama uzaktan izlemek ikimiz için de daha iyi olacaktı belli ki :) Efendiim, Gök tabii ki şelaleye girdi, epeyce kaldı suda. Girmek isteyen herkese yine centilmence yardımını etti. Dönüşe geçtik. Bu macera resmen üç saattten fazla zamanımızı aldı. Tur rehberinden karakovanla ilgili bilgiler edindik, gruptaki çocuk cerrahından da üniversite hastanelerinin devlet hastaneleri ile birleştirilerek hükümetin güdümüne sokulduğunu! Sonra otostopla İstanbul'dan buralara gelen Ali ve Kerem'le tanıştık, sohbet ettik. Onlar Macahel'de bir ev pansiyonunda kaldıklarını, çok güzel yemekler yiyip çok iyi vakit geçirdiklerini söylediler.
Sonraki durağımız Karagöl'dü. Karagöl güzeldi, doğasına dokunulmamıştı. Çadırcı ve piknikçiler vardı yalnızca. Buradan Trabzon Uzungöl'e hareket ettik. Vardığımızda akşam 19.30 olmuş, yol yapmaktan çok sıkılmış durumdaydık. Aksi takdirde bir Arap şehrini andıran (bu yıl Arap turistler heryerde), kalabalık ve aşırı binalaşmış manzara karşısında yaşadığımız hayalkırıklığı ile hemen ayrılırdık. Sabahı sabah edip kahvaltıdan sonra hemen gaza bastık zaten.
Sümela Manastırı... Arabayla çıkılan yol harbiden zor, yaya yolu ise düşündüğümden kolaydı. Çok kalabalıktı yine. Ama manastır yapısı güzeldi.
Ordu'ya geçelim mi geçmeyelim mi derken, Perşembe'ye kadar gittik. Çaka Plajı'nda akşamüzeri dalgalı denize girmek çok güzel oldu. Otel Dedeevi çok rahat ve resepsiyonisti çok kibar bir amcaydı. Sahilde istavrit ve güzel bir dondurma yedim. Sabah şehir içindeki teleferikle Boztepe'ye çıktık. Keyifliydi. Manzarası çok hoştu. Teleferikte Yalovalı çiftle tanışıp bir kez daha "dünya küçük" dedik.
Trabzon'u Boztepe, Ayasofya ve Atatürk Köşkü ziyaretleri ve bir şehir turuyla gezmiş farz ettik. Akçaabat Öğretmenevinde konaklamayı planlamıştık ve gittik. Denize gittik fakat cüzdanları otelde unutmuş olmanın sıkıntısıyla denizden de umduğumuzu bulamadık ve kısa süre sonra döndük. Cüzdanlarımızı unuttuğumuzu fark ettiğimizde "Canınız sağolsun. Bugün sizin başınıza gelir, yarın bizim. Buyrun bizim ikramımız olsun." diyerek gayet içten davranan ve giriş ücretini, şezlong şemsiye parasını almadan kabul eden plaj işletmecilerine teşekkür ederiz bir kez daha.
Akçaabat'ta elbette köfte yedik. Aman aman bir güzelliği olmasa da lezzetliydi. En önemlisi çok bol ve ucuzdu. Önden turşu kaburması, karpuz ve baklava ikram edip sonra 22 adet köfteyi getirdiler. Hesap da 38 TL gibi bir rakam. İstanbul'dan sonra bedava gibi geldi bize.
Akçaabat Öğretmenevi çalışanı Yalova'dan aldığım kartı görünce kardeşinin orda yaşadığını, kendisinin de gelip çok sevdiğini vs. anlattı. Ertesi gün bir gece daha kalabileceğimizi, iptaller olduğunu söyledi fakat uçakta yerimiz hazırdı.
5 günde 1400 küsur km. yaparak, oksijen çarpmasıyla döndük İstanbul sıcağına. Oysa Ayder'de mont giymiştim. Fakat taa Decatlon' a giderek aldığım yağmurlukları çantadan çıkarmadan geldik ya ona biraz yanarım.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Hayatta Yeni Bir Evre: Bebek

    


         Dostlar, şu anda  17 haftalık bir fetus annesiyim. Artık bu konuda bir şeyler yazayım dedim.

          İlk iki çizgiyi gördüğüm günden beri sanki zaman ağır ilerliyor gibi geliyor bana. Yakın dostum, yeni anne İlknur, ilk aylarda öyle geldiğini, sonra zamanın çok hızlı geçtiğini söyledi. Bakalım, göreceğiz.


         Test yapıp hamile olduğumu ilk öğrendiğimde ellerim titredi, müthiş bir heyecan duydum. Akşam eşimle paylaştığımda o da şaşkınlık içindeydi. İstanbul’da nasıl büyütürüz, sosyal hayatımızı nasıl sürdürürüz, çocuğumuz ilerde yurt dışına yerleşip yılda iki kere ziyaretimize gelirse ne yaparız? Gibi bir dizi soruya cevap aramaya başladı J Bense şimdilik ilk hedefimizin sağlıklı bir bebek olarak doğması olması gerektiğini söyledim.


         11. hafta ultrasondaki görüntü çok heyecan verici ve duygu yüklüydü. Gözlerim doldu fena halde, çıkınca konuşmakta zorlandım. Günlerce o kare aklıma geldiğinde boğazım düğümlendi. Minik bir bebek taslağı nasıl da hareket halinde içimde!


         Çok şükür bulantı ve kusma kâbusu yaşamadan, ama kendimi boş bir çuval gibi cansız ve ruhsuz hissederek, sadece ve sadece uyumak isteyerek ilk üç aylık dönemi tamamladık. Kendimden soğudum yemin ederim J Elim kolum kalkmıyor, kendime bakmak adına hiçbir şey yapmıyorum, eşime uzağım… neyse geçti gitti.


         Artık uyku ihtiyacı ve halsizlik azaldı, göbeğim dışarıdan anlaşılacak kadar çıktı. Birdenbire, bir günde oldu sanki bu büyüme. İki gün önce, akşam Gök geldiğinde direkt karnıma bakıp şaşırdı. Pantolonlarımın bazılarını düğmesini kapatmadan giyebiliyorum. Sevgili kotlarımla –umarım- geçici bir süreliğine vedalaşma zamanı geldi.


         İnternet sağ olsun, her haftanın başında gebelik haftası ile ilgili bilgileri ediniyorum. Bu hafta saçları çıkıyormuş mesela bebeğimizin, kıvırcık olmasını diliyorum babasının eski saçları gibi J


         Malum hamilelikte beslenme konusu önemli. Günde iki cevizim, haftalık balığım, kırmızı et, sebze, süt, peynir gibi kalsiyum kaynakları, meyveler yeniyor. Çeşitli beslenmeye ve sağlıklı şeyler yemeye çalışıyorum ki, bebeğim de sevsin onları doğunca. Ancak şu su içme olayı yok mu? En zoru bu işte benim için. İçemiyorum Allah içemiyorum ben öyle iki litre su. Elimde sürekli bir şişe/bardak var fakat zorla, yudum yudum, önerilen miktara ulaşmak çok zor benim için. Umarım bedeli kötü olmaz.


         Birkaç defa rüyamda bebeğimizle denizde, suda gördüm kendimizi. Güzel rüyalardı. Doktor bebeğin, yüzde doksan olasılıkla kız olacağını söyledi. Ne yalan söyleyeyim bunca yıldır erkek çocukları daha çok sevdiğimi fark etmiştim. Ama son zamanlarda ikisinin de ayrı güzellikleri olduğunu düşünmeye başladım.  Erkeklerin hareketliliğine yetişmek gerçekten sıkı kondisyon istiyor.


         İsim bulma konusu da gündeme cinsiyetle beraber düştü elbette. Ben biraz farklı isimler seviyorum, kocamsa tam tersi. Favori kız ismi Zeynep. Fakat arkadaşlarla yaptığımız konuşmalarda tespit yapıldı: Türk erkeklerinin büyük çoğunluğu kızı olursa adı Zeynep olsun istiyor J


         17 haftayı bir yazıya sığdırmaya çalışınca toparlamak çok kolay olmadı, daldan dala atlamış, başınızı döndürmüş olmam mümkündür J Bundan sonra daha derli toplu olacak, söz. Şimdilik hoşça kalın.

29 Mayıs 2012 Salı

çocuk yetiştirme

     Geçtiğimiz hafta, Amerikalı-Kanadalı bir baba ve Alman bir anne olan velilerimiz servisimizi ziyaret etmişti. Bu çiftin beş çocuğu var. Dördü şu anda bizim okulda eğitim görüyor. Biri de geçen yıl, 7.sınıfta, yabancılar için açılan bir okula geçiş yapmış.

     Alman anne Ulrike ile daha önce veli oryantasyon programında tanışmıştım ancak eşini ilk kez gördüm. Bu çiftle sohbet etmek özellikle istediğimiz bir şeydi. Nedeni ise çocukları. Daha önce okulumuzda yedi yıl okuyan Johannes ile ilgili gerek öğrenciler, gerekse öğretmenler tarafından öylesine övgü dolu sözler duymuştum ki. Diğer üç kızlarının da örnek öğrenciler olduğunu kendim gözlüyorum. Son çocukları 1. sınıftaki Daniel biraz farklı, zaten aile de öyle düşünüyor :) Biraz yaramaz kendileri.

      Okuldaki bayrak törenleri öncesi, sırada kitap okuyan Rebecca, nöbetçiyken öğretmen gördüğünde ayağa kalkan nesli tükenmiş saygılı çocuklardan. Amy ise tenefüslerde kütüphanede vakit geçiriyor.

      Evlerinde televizyon olmadığını daha önce duymuştum. Kendileri de belirtti. Çocuk eğitiminde sınır koymanın önemini vurguladılar. Şeker, çikolata, oyuncak konularında cimri davrandıklarını, kitap konusunda ise çok cömert olduklarını belirttiler. Kitapkurdu olmanın ailede çok yüceltildiğini, en büyük oğullarının da bu yönüyle kardeşlerine örnek olduğu söylediler.

     Baba David, çocuklara fiziki ceza da verdiğini söyledi. Ufak silikonlarla popoya vurma cezası. Ama sanırım sadece Daniel yiyor artık. Baştan "şunu yaparsan ceza alırsın" diye uyardığını, yaptığı davranıştan sonra tek başına odaya alarak "ben seni ... konusunda uyarmış mıydım?... sen de yaptın mı?" diyerek neden ceza aldığını anlattığını ve uyguladığını anlattı. "Aaa ben şiddete karşıyım. Çocuğuma asla vurmam." diyen modern görünümlü bazı anne-babaların çocuklarına sarf ettiği bazı sözlerin şiddettin en kötüsü olduğunu düşündüğünü söyledi. Bunlar David' in ifadeleri.

     6.sınıftaki Rebecca' ya facebook kullanıp kullanmadığını sorduğumda "hayır. çünkü daha erken benim için" gibi bir yanıt vermişti aylar önce. Oysa şimdi 4. sınıftaki öğrencilerin dahi hesapları var. David, kızının bu konuyu kendilerine danıştığını, kullanmaması gerektiği yönündeki cevaplarına 'şimdilik' uyduğunu söyledi.

     Evlerinde 5-6 laptop varmış, sınırsız da internet. Ancak, ailenin verdiği şifreyle girebiliyorlar ve ziyaret ettikleri sayfaların dökümü haftalık olarak David tarafından görüntüleniyor. Yanlış ve istenmeyen bir siteye giren olduysa uygun biçimde uyarılıyor.


     Bir de çocuklara verilen sorumluluklar var ki, Türk ailelerinin örnek alması çok gerekli bir konu. Baba, her on günde bir değişen bir tablo oluşturuyor. Görevler ve o görevi yerine getirecek çocuğun olduğu bir tablo bu. Örneğin Daniel tuvalet kağıtlarını takip edip bittiğinde yenisini takıyor, Esther sofra kurulurken yardım ediyor gibi. On gün sonra çocuğun görevi değişiyor, böylece herkes, her işi de yapmış oluyor. Nasıl ama? Bizim dördüncü sınıf çocuğuna bile annesi tarafından yemek yedirilen, özellikle erkek çocuklarının hiçbir işe dokunmadan büyütüldüğü ailelerimiz varken, bu sistem beni gerçekten etkiledi.

     Bu keyifli sohbetten ben, çocuk yetiştirmek için gerçekten emek harcamak, ertelememek, tutarlı olmak gerektiğini bir kez daha anladım. Ebeveynlik zor iş gerçekten.

15 Mart 2012 Perşembe

BENİM 90'LARIM*

1990, benim ortaokuldan mezun olduğum yıl. O zamanlar ilkokul, ortaokul ve liseden oluşurdu eğitim kademeleri. Kurtuluş Ortaokulu’nda sessiz sakin, kendi halinde, derslerde başarılı, bol kitap okuyan bir kızım. Can dostum İlknur’la her gün bir buçuk kilometre kadar uzaktaki okula yürüyerek gidip geliyoruz. Servise binen yalnızca koleje giden bir kaç çocuk var mahalleden. Ki bunlardan birine de İlknur’la birlikte platonik aşığız. Her sabah görmek için can atıyoruz, ayarlamalar yapıyoruz.

Kumbaraya attığım bayram, karne ve sair bilumum harçlıklarımdan zar zor biriktirdiğim parayla (90bin liraydı sanırım) tekerlekli paten almışım. Benden kısa bir süre sonra da İlknur aldı. Ayakta patenler, soğukmuş ayazmış dinlemeden, kabanlarla paten kayıyoruz. Akşam ‘servis’in gelmesini bekliyoruz. Televizyonda dans dizisi Şöhret, buz pateni şampiyonaları hiç kaçırmadan izlediklerim. -Sonraları Şehnaz Tango, ne güzel diziydi.- Rüyâlarımda sürekli patenle ilgili bir şeyler görüp sabah kalkınca evdekilere anlatıyorum. Artık benden “paten” lafı duymaktan gına gelmiş durumda onlara. Evde tipik ergen- ebeveyn çatışmaları başlıyor bu dönem. Annem her kızdığında beni, İmam Hatip Lisesi’ne göndermekle tehdit ediyor. Ödüm kopuyor gerçek olmasından.

Neyse Kurtuluş Lisesi’nde devam ediyoruz öğrenim hayatımıza. Kredili sistem denen bir uygulamanın denekleriyiz. Seçmeli dersler, dersler arası boşluklar hoşumuza gidiyor ama bu boş saatleri okul dışında (kafeler ve Kurtuluş Parkı) geçiren öğrencilerden özdenetimi biraz eksik olanlar, zaten okumaya çok da meyilli olmayanlar için çok da iyi sonuçlar ortaya çıkmıyor. Benim liseyi iki buçuk yılda bitirip bir dönem de evde düşük dozda da olsa ÖSS’ye hazırlanmama fırsat vermesi çok avantajlı olmuştur yalnız. Benden 7 yaş büyük ablamdan kalan hazırlık kitabından, komşulara çay yapıp servis etme görevinden arta kalan zamanda, biraz soru çözmeseydim belki 14. ve son tercihim olan bölümü de kazanamayabilirdim. Bir de biz, şimdi çok saçma gelen bir biçimde, puanlarımızı bilmeden, sınava girerken tercih yapan bir nesiliz, heyhat.

New Kids On The Block grubunun ülkemiz genç kızları arasındaki popülerliği akıl almaz boyutta o yıllar. Posterleri, resimleri, dergilerde onlara ayrılan sayfalar... Mektup arkadaşım Esra, grup üyelerinden birinin soyadını adına ekliyor, ben başka bir üyeninkini kendi adıma. Herkesin favori üyesi de farklı. Mektup arkadaşı demişken bu yıllara dair en renkli anım dönemin gençlik dergisi Güneş Gençlik’in mektup arkadaşlığı bölümüne yazdığımız (tabii ki İlknur’la) gönderilerden birinin biz dergiyi almayı bile bıraktığımız uzunca bir süre sonra yayınlanması ve akabinde gelişen olaylardır. Bir gün şimdi rahmetli olan mahalle postacımız 90, evet doksan kadar mektup getirdiğinde şaşkınlıktan bayılacaktım. Hemen İlknur’a koştum elimdeki poşetle. Bir süre sonra artık geldiği yer, zarftaki yazı elemek için yetmeye başladı. Yetmiş, altmış üç.. derken bu mektuplar yıllarca gelmeye devam etti. İçlerinden yalnızca biriyle uzun yıllar yazıştık: İstanbul’dan Tolga. Güzeldi.

90’larımın en keyifli etkinliği Ankara Kafkas Derneği’nin halk dansları grubu çalışmaları ve şehir dışı turnelerdi sanırım. Yaklaşık doksan-yüz kişilik, çoğu Ankara’daki üniversitelerde okuyan genç bir grup, birlikte dans edip gülüp eğlendik, şehirler gezdik otobüslerle.

Fakültenin konferans salonunda yapılan geniş katılımlı bir sempozyumda ilk defa “internet”, “kızılötesi ışınlar” gibi şeyler duyduğumu anımsıyorum. Her şeyin ne kadar hızla ilerlediğine bir örnek... ve benim yaşlandığıma, ne yazık ki. Üniversiteden arkadaşlarımla hep mektuplaştık biz o yıllarda. Jetonlu telefonla, bazen postanelerden haberleştik. Cep telefonuna 90'lar bitmek üzereyken bulaştım ben, özellikle biraz uzak durduktan sonra.

Benim 90’larım, çok sevdiğim babamın aramızdan ayrılması, hiç istemeyerek öğretmenliğe atanıp yirmi bir yaşımda, karşısı pamuk tarlası olan bir köy okulunda çalışmaya başlamamla bitti. 2000'li yıllara alışmak, telaffuz etmek ve tarih atmak bana hep  zor geldi.

*90'lar Kitabı'ndan esinle yazıldı bu yazı.

7 Şubat 2012 Salı

camın ardından görünen her yer, her şey bembeyaz. gökten beyaz taneler durmaksızın düşüyor. evde olmak güzel, dışarı çıkıp karları sıkıştırarak top yapmak, atmak, ıslanıp eve dönmek de öyle.
göğün güzel göğsüne koyduğum kolun bilekten kavranışı, "büyülü tuhaf sıcağı"nda uykuya dalmak, dışarıda beyaz yığınlar yükselirken. ne güzel! ne keyifli!

8 Ocak 2012 Pazar

devr-i sene

iki yıl önce, tarih bugünün tarihi, günlerden cuma idi. akşam telefonuma düşen mesaj şöyleydi:"yarın, küçük fil?" gülümsedim.. ertesi gün, Yalova'nın en sevimli, sıcak mekânlarından Küçük Fil'de, siyah tişörtlü bir adamla su gibi akıp giden bir sohbetin içinde buldum kendimi. saatler geçti, daha oturabilecekken ben oturaksız nero, kalkıp veda ettim, gittim.

sonraki günlerde zeki demirkubuz konulu e-postayla başlayan yazışma trafiği çok işlekti,çok keyifliydi. tatlı tatlı cümleler düştü de düştü bilgisayar ekranından gözüme, gönlüme.

hikâye uzun, anlatması zevkli. ama kestirmeden varıyorum: siyah tişört ve kotun(hem de ne kot!)öyle yakıştığı, öyle güzel gülümseyen(kahkahası da ayrı meşhurdur hani),güldüren, lezzet avcısı, ılık rakıcı,herkesi, herşeyi düşünmekten saç kalmamış güzel kafalı adam şimdi en yakınımda, yanıbaşımda. Küçük Fil'deki gibi sıcak ve güzel konuşuyor hala karşımda. 2010 yılına bana bu armağanı verdiği için tekrar teşekkür ediyorum.
hey Gök,haftaya Küçük Fil? ;)