23 Aralık 2010 Perşembe

kaza

     Okulda son saatler biraz gerildimse de dışarı çıktığımda güneşli, ılık hava keyfimi yerime getirmişti. Ninesiyle kaldırımda duran dünya tatlısı, beyaz peluş kabanlı, adının Zeynep olduğunu söyleyen kız çocuğu, görür görmez enerjimi yükseltmiş, güzel yanağına kondurduğum öpücük günün hediyesi gibi olmuştu.

     Öğleden sonra bu defa sağdan vuran baş ağrısı, okuduğum bir haberle şiddetini arttırdı: Daha geçen hafta dans pistinde salınan güzel, gencecik bir kız ve erkek arkadaşı feci şekilde can vermiş. Motosiklet kazası! Herşey berbat, anlamsız, bomboş geliverdi işte o andan sonra.

     Mini kot eteği, şık botları ve düzgün fiziği ile gözümün önünde akşamdan beri Fatma. Adını ölüm haberiyle öğrenmek ne tuhaf. Genç ölümler ne acı Tanrım!

     Oysa yarın gece yine dans edecekti maskeli Latin balosunda. Belki maske de almıştı kendisine gezmeye gidip dönemedikleri Bursa'dan. Öğrencilerine yazılılarını açıklayacaktı önümüzdeki günlerde muhtemelen. Üç aylık öğretmenimin, üç yıl sonrası için ne planları vardı kim bilir. Daha tango da öğrenecekti belki, ya da bir kitap yazacaktı, İtalyanca öğrenecekti, araba alacaktı...

     Ne diyeyim bilmem ki. Hatrımda hep mini kot eteğinle kalacaksın güzel kız. Nur içinde yatasın.

19 Aralık 2010 Pazar

kar topu

     Karla kaplıydı sokak ve otobüsümün hareket saatine otuz beş dakika vardı henüz. Alt geçitten geçerek yedi sekiz dakikada ulaşabileceğim için biraz kar keyfi yapayım dedim. Telefonumu çıkarıp bir arkadaşımla konuştum, cebime koydum. Sonra sokakta arabaların üstünde birikmiş karları ellemeye başladım ki, iki erkek çocuk kartopu oynayarak geldi yakınıma. Aldığım karı hafifçe sıkıp attım birine. O da bana karşılık verdi. Derken ben ona o bana.. sonra onlar bana bi' güzel seri fırlatmalara başladılar. Hınzırlar, sırtımda koca çanta, eldivensiz elim, bir de kartopu yapmaktaki yeteneksizliğim gibi bileşenlerin de yardımıyla beni bir güzel karla kapladılar koşup kaçmaya yeltensem de, "pes" etsem de...

     En son alt geçide doğru hızla koşarken arkamı döndüm baktım vazgeçmişlerdi nihayet. Merdivenlerden inerken elimi montun cebine attım ki cep telefonum yok. Önce sakindim. Sürekli koyduğumu sandığımdan farklı yerden çıkar çünkü. Cepler tek tek, çanta gözleri dikkatle ve her yer ikinci kez arandı fakat yok! Kartopu macerasının beni otobüsün kalkmasına kısa süre kala can sıkıcı bir kayba uğrattığını düşünerek hızla geri dönüp az önce koştuğum kaldırımda yerleri, karşıya geçtiğim noktayı tespit etmeye çalışarak aradım. Telefon yok ve benim aklımdan bin düşünce geçiyor: Şimdi içinde bir dolu özel mesaj, telefon numaraları, yola çıkıyorum kimse bana ulaşamayacak, ben kimseye ulaşamayacağım. Hattı iptal etmek için yapılması gerekenler vs. vs. Of! Kahrolası! Sırası mıydı şimdi? Sonra bir apartmanın bahçesinde az önceki oyun arkadaşlarımı gördüm karları yuvarlarken. "Çocuklar, ben telefonumu kaybettim gördünüz mü?" Görmediklerini söylediler ama hemen "arayalım!" dediler. Ne tatlı şu çocuklar. "Çok sevinirim, çünkü otobüse geç kalıcam" dedim ve başladık birlikte yerlere bakmaya. İki dakika geçmeden biri "buldum!" diyerek eğildiği yerden, bir arabayla kaldırımın arasında karların üstünden aldı, getirdi. Ne sevinç! Ne tatlı bir duygu. Öptüm kızarmış yanağından, teşekkür ettim, "kar topu savaşında mahvettiniz ama çok da sevindirdiniz beni" diyerek, çocuklar gibi şen ve heyecanlı ayrıldım başkentten.

bir hastane deneyimi sonrası

trafik kazası, merdivenden düşme, sinir sıkışması, fıtığın patlaması gibi bir çok nedenle fiziksel güç ve yeterliklerini kısmen yitirmiş insanlarla dolu bir hastane. çocuğu, genci, yaşlısı, kimi anne, kimi kayınvalide, kimi koca... ortak yanları hayatlarında bir kırılmanın yaşanması ve onu yeniden onarıp devam etme çabasında olmaları.

hayatında belli ki ilk kez giydiği cırt cırtlı spor ayakkabılarıyla yeniden ayakta durabilmek için ter döken hacı dedeler, ayağını iki santimetrelik engelin üstünden atmaya çalışanlar, konuşmayı öğrettiği çocuğundan şimdi konuşabilmek için destek alanlar, otuzundan sonra tekrar annesinin kollarının yardımıyla kalkıp oturan genç adamlar, ayaklarını kıpırdatamadan yattığı yataktan kocasının ne yaptığını öğrenmeye çalışanlar ve daha bir yığın değişik öykü, durum, hazin kesitler...

kadın hastalara da kadınlar bakıyor, refakat ediyor, erkek hastaların yüzde doksanına da. ah kadınlar. hayatın yükü, sancıları hep omuzlarında gezen gizli, sessiz kahramanlar.

canımız durduk yere sıkılınca, kaba tabirle 'rahat battığında' gidip hastanelerde biraz zaman geçirelim, insanları dinleyelim diyorum. dışarıya çıkınca her şey çok daha kıymetli olacaktır, farkında bile olmadan attığımız adımların ne büyük bir özgürlük olduğunu fark ettirecektir.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Hakkari'de Bir Mevsim

Tez konum için her gün bir film izlemeye çalışıyorum bu ara. Bu akşam da alana kadar hiç duymadığım bir filmi "Hakkari'de Bir Mevsim"i izledim. 1983 yapımı, Erden Kıral'a ait çok iyi bir seyirlikti.

Bu kadar zor ve çetin koşullarda olmasa da yaşadığım halde, insan rahatlığa ve güzel yerlere kolayca alışıp çabucak unutabiliyor o yerleri, o yaşamları görüyorum ki. Unutmak demeyelim de az anımsamak diyelim, anımsayınca da hafifletilmiş dozda yaşamak diye tarif edelim.

Genco Erkal'ın canlandırdığı öğretmenin edebi gücü de yüksektir ve yazdıklarını iç sesi olarak duyarız filmde sıkça. Öyle güzel, öyle dokunaklı ki o konuşmalar. Hele de öğrencilerine hitaben yaptığı "yavrularım" diye başlayan konuşma! Şurdan izleyebilirsiniz:
http://www.dailymotion.com/video/xa7e0w_hakkari-de-bir-mevsim-butun-oyretti_shortfilms

Filmi her öğretmen izlemeli. Her fırsatta öğretmenlerin rahatlığından dem vurup duranlar da izlemeli hatta.

Bu dezavantajlı coğrafyalarda yaşayan tüm insanlara ama en çok kadınlara, öğretmen ve varsa hemşire/doktor/ebe gibi diğer çalışanlara Tanrı'dan sabır ve dayanıklılık diliyorum.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Öğretmenlik

Bugün meslekteki on üçüncü öğretmenler günümü yaşadım on iki yıl bir aylık öğretmen olarak.


Akkuyu köyü; kara gözlü öğrencilerim, bahçede koro halinde "yine yeşillendi fındık dalları, acep ne olacak yarim halleri...", muhtar ve ailesi, pamuk tarlasına bakan köy okulu, at arabası, çamur, yalnızlık...


Batı Ayrancı; bahçede öğle yemekleri, mavi gözlü cin gibi Ali Kemal'im, cuma günleri okulu yıkayan öğretmenler, her gün güzelim güllerle eve dönüşler...

Kumlu; güzel arkadaşlıklar, uzun etekler, voleybol ve masa tenisiyle hareketlenen günler, kalem tutmayı, okumayı yazmayı tamamen benden öğrenen, sonra bana mektuplar notlar yazan bücürler, ev sahibi Ayşe Teyze, ineği Boncuk ve pencere altındaki serenatları...

Ankara; türlü okullarda kısa süreli gezinmeler, yeni deneyimler, çoğalan yüzler, her yerden baki kalan bir iki güzel dost...

Yalova; yeniden başlamak, güçlü ortaklık, bembeyaz tenli, renkli gözlü çocuklar, iyi arkadaşlar, öğretmenlik ve öğrenciliğin bir arada yürümesi...

Geçen uzun yılları düşününce ilk aklıma gelenler bunlar.

Tek isteğim benim hayatımda iz bırakan çok değerli bazı öğretmenlerim gibi birilerinin hayatında ufak da olsa bir dokunuş bırakabilmek, yıllar sonra anımsanacak ve anılacak. Umarım...

19 Ekim 2010 Salı

Sıradan Bir Gün

     Kuvvetle esen, havaya güzel bir ılımanlık katan lodos, sonbaharın cansız yapraklarını kümeler halinde yerlere sermişti sabah. Kurumuş yapraklara basıp çıtırdatmayı severim. Arada bunu yapa yapa, havanın sıcaklığına da sevinerek işime gittim.

     Oğlunun derslerinin ve davranışlarının iyi olduğunu belirten ancak inanılmaz düzensizliğinden ve çok az ders çalışmasından yakınan bir veli ile görüştüm, ardından öğrenciyle. Çok akıllı ve güzel bir çocuktu.

     Öğleye doğru iki yıl önce mezun olan bir öğrencimizin annesi uğradı. O da oğluyla ilgili ayaküstü bilgi verdi, sohbet etti. Sonra bir büyük paket gofret bırakarak, güzel dileklerde bulunarak gitti sağ olsun. Bir ara müzik öğretmenimiz uğradı. Diyafram çalıştırmayı öğret diye başladım yine. Duvara yaslanıp nefes egzersizi yaptık biraz, iki erkek arkadaşın şaşkın ve komik bakışlarına rağmen. İşte bunlar keyifliydi. Günün "iyi hissedilen an"ları.

     Yollarda beş adet mavi kapak bulup cebime koydum.

     Akşama ev yapımı haşhaşlı çörekler ve bir güz akşamı için nefis havada yürüyüş, can dostla sohbet. İşte bugün bunları yaptım. Saygılar sevgili okur :)

1 Ekim 2010 Cuma

Edebiyat Notları: AYLAK ADAM

     Yusuf Atılgan ilk defa okudum. Kitap hakkında hiçbir yorum okumamıştım daha önce sanırım. Hâlâ da okumuş değilim. Naçizane yorumum, bir parça Tezer Özlü, bir parça Oğuz Atay tadı verdiği yönünde. Fakat kendi üslubu da gayet özgün bununla beraber. İnsana ilişkin çözümlemelerin kuvveti de Peyami Safa'yı anımsattı demeden geçemeyeceğim. Alıntı yapmaya pek uygun bir roman sayılmaz ama tekrar elime aldığımda tadımlık bir kaç cümle yazmak isterim.

     Aylak Adam' ın bütün günler, geceler boyu kendi dilediğini yapabilmesine uygun yaşam tarzı, ki"bohem hayat" oluyor sanırım literatürde, imrenilmeyecek gibi değil. Kendince yaptığı sosyal deneyler çok renkli. Yaptığı monologlar zihin akışı, okumayı benim için keyifli kılan unsurlardı. Kendime yakın da bulduğum bir durum aslında. Olayları, kişileri dışarıdan izlemek, biraz eğreti durmak, içine giremeyip dışarıdan gözlemci olarak kalmak. Tam da bu nedenlerle bu tür okumalar beni daha depresif, hayatı gözümde daha anlamdan yoksun kılabiliyor. İşte burası çok iyi değil. Ama yine de çok severek okuyor ve kitabı günlük yaşamıma kolayca dahil ediyorum. Yolda yürüken, bir yere bakarken kitabın cümlelerine benzer cümleler kuruyorum içimden. Yazma şevkim de canlanıyor bu arada.
     Bir gün bir kitap yazarsam böyle bir yapısı olur büyük olasılıkla.
 
   Romanı elinde görüp el koyduğum, okumama aracı olan güzel adam Gök' e de teşekkürü borç bilirim bu yazı vesilesiyle.

24 Eylül 2010 Cuma

gidene mektup

Giden mi kârlı, kalan mı? Gittin. Umarım rahatsındır. Kaldık. Rahatsızlık rahatlıktan çok oldu senden sonra.

Ses unutuluyor. Seni sesinle düşünememek kötü. Olsaydın, eve gelmek daha güzel olurdu. Sessiz sığınağım, dayanağım... gideli koca on iki yıl oldu. Doğru düzgün vedalaşamadığım için affet beni.

10 Ağustos 2010 Salı

kanca


Ne istediğini bildiğini, hedefe doğru sağlam adımlarla yürüdüğünü düşünürken ayağına takılan ufak bir taş, gözüne ilişen bir nesne, kulağına gelen bir söz ile durup olduğun yerde kalabilirsin. Nereye, neden gittiğin, bunu gerçekten isteyip istemediğin gibi sorular gelip adımlarını yavaşlatmana sebep olabilir. Başkalarının korkuları senin yolunu kesebilir, sende olmayan ya da bertaraf etmeyi başardığın korkuları tetikleyebilir. Herşeyden vazgeçebilme, hiç bir şey yapmak istememe moduna sürüklendiğini hissedersin.


Sorular masum değildir. Küçüklü büyüklü kancalarla işaretlerini bırakırlar insanın zihninde. Çevirdikçe duvarı eşer gibi yavaş yavaş, düşünsel zeminde çukurlar, delikler açma potansiyeli taşırlar. Oysa onlar yokken ne de güzel yürüyordunuz; çiçeklerin kokusu, bulutların rengi, yolun uzanışı derken. Fark ettirdi, hatırlattı, rahatsız etti işte, durduğu yerde durmadı. Daha önce de gitmiştin yolu. Bu defa bunca iyimserlik neden? Olacak olanlar benzer şeyler. Hangi yol taşsız, engelsiz? Tökezlemeden, yorulmadan, canın yanmadan, bıkmadan,ayrı düşmeden, yalnız kalmadan ne kadar yürünür ki? Şimdi baştan al ellerinin arasına kafanı ve düşün, düşün, sor, cevap bulmaya çalış. Kurduğun cümleleri boz, yeniden başla öyküye.


İsteklerin ve hayallerin örtüşmesi, planları tutturmak, ruh hali ve zihinsel süreçlerde eşzamanlama sorununu aşmak... Velhasıl zor işler. Hayata dair kolay olan ne var ki zaten.

29 Temmuz 2010 Perşembe

EDEBİYAT NOTLARI: ERGUVAN KAPISI

Oya Baydar'ın okuduğum ikinci romanı. Sevgili İlk yıllardır övgüyle söz ederdi, ancak nasiplendim. "Sıcak Külleri Kaldı" ile bağıntılı olan bu roman da gerçekten çok güzeldi, tadı damağımda kaldı.

Çok güzel, isabetli tespitler var kitapta. Örneklerim: “Annelerinin en nefret ettikleri huylarını almak, annelere benzemek kızların değişmez kaderi midir?"

"Eşyaların yerlerini değiştirmeye, yaşadıkları mekana damgalarını basmaya meraklı olanlar çoğunlukla kadınlardır. Biz erkekler bulunduğumuz yere konuveririz.”

Biz sıradan insanların da sıkça duyumsadığı, bir biçimde düşündüğü şeyleri hayranlık duyulacak biçimde ifadelendirmek... Yazarlık bu olsa gerek.

"O gün uzanıp elini tutsaydım,… ona bir şeyler söyleseydim ya da sadece sussaydım, belki de daha sonra her şey hepimiz için çok farklı gelişecekti. Bir an, bir söz, bir bakış, bir hareket ya da bir gecikme bazen tarihimizi ve talihimizi nasıl da değiştiriverir. "

"Konuşmak her zaman iyi gelmez, bazen söz anlamı bozar, duyguyu dağıtır. Sığınaklar sessiz, sakin olmalı. Üstelik o kadar çok söz var ki söylenmeyi bekleyen, söze teslim olmamalı.

"Ve o anda sözün düşüncenin önüne geçtiğini fark ettim. Düşünmemiştim, ölçüp biçmemiştim. Söz karardan önce gelmişti."

Kitapta yerini bulamadım ama umarım doğru düzgün yazarım: "Akılla kavranamayan ama yürekle sezilen şeyler vardır" gibi bir ifade bir kaç yerde geçiyordu. Buna da bayıldım.

Sırada Bab-ı Esrar var. Bol kitaplı günler okuryazar arkadaşlara.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

çalakalem

Unuttuğum, yok unutmak değil de aslında, bir köşede bekleyen korkularım var. Çağrılınca, anımsatacak bir olay yaşanınca gelip yüreğimi daraltan, kara bir bulut gibi tepeme çöreklenip güneşimi kesen korkular.

Hep bir takım varsayımlarla yaşıyoruz. Başka türlüsü mümkün olmayabilir belki de. Hemen hemen ortalama insan ömrü kadar yaşayacağımız, sevdiğimizle birlikte yaşlanacağımız, belki bir çocuğu birlikte büyüteceğimiz, bir gün emekli olacağımız gibi. Aslında temelde tek bir varsayımmış şimdi yazarken fark ediyorum ki, "yaşamak"la ilintili.

Ölümler, kazalar, hastalıklar çıkıyor bazen durduk yere. "Aaa doğru ya" diyorum "her an kaybedebilirim ya da yok olabilirim". "Daha dün koca şapkasıyla geziyordu, inanamıyorum." diyebilir tanıdıklar. "Tam birlikte tango kursuna gitmeye karar vermiştik." diye ağlayabilir birisi. "Rahmetli daha çok gençti. Fİlm çekmek, oynamak gibi hayalleri vardı." denebilir arkamdan. Ben kaybedip kahrolabilirim tam bulmuşken hayatımı güzelleştirenleri. Hayal ettiğim, tahmin etiiğim yaşamı sürdürmeme engel olabilir ölümler, hastalıklar.Tanrım. Bunlar her gün düşünülerek yaşanmaz zaten. Unutmak büyük nimet gerçekten. Geçici bile olsa...

Hadi yine en iyisi "anı yaşayalım... gün bugündür.." gibi söylemlerle motivasyona devam. Yapılabilecek daha iyi şey de yok zaten. Ama ertelememek, güzel şeyleri paylaşma konusunda sakıngan olmamak ilkelerimiz olmalı biz insanoğullarının. Elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum gerçi.

Tüm sevdiklerime sağlıklı, güzel bir yaşam dilemeden bitiremeyeceğim bu satırları. Allah büyük acılar göstermesin kimselere.

30 Haziran 2010 Çarşamba

geceyarısı notu

Başkalarının yanında sevdiğine/seni sevene hoyrat davranmalar, güç gösterisi yaparcasına ezmeler, mahcup etmeler de nedir ki? Sanılanın aksine güç ve saygınlık konusundaki imajı zedeleyen hareketler.

Aşkla başlayıp meşakkatli yollardan geçen ilişkilerin geldiği yerleri görmek, uçurumun kenarında umutsuzca duran ilişkizedeleri fark etmek, kopan bağlara tanık olmak... Sevgiye, aşka, beraberliğe duyulan imanın zayıfladıkça zayıflaması, umutsuzluk ve karamsarlık gibi sonuçlar...

Yoğun uyku nedeniyle daha fazla yazamamak. Yazdıklarının da manidar olduğunu ummak.

18 Haziran 2010 Cuma

BALKAN SİNEMASI: Beatiful People

Bu da benim epeyce emek harcayıp çok severek hazırladığım bir ödevim. İlginiz varsa buyrun :))
Nermin Tok
RST Yüksek Lisans Öğrencisi


Giriş

Uluslar arası işçi göçü, savaşlar ve etnik çatışmalar, sosyalist blokun dağılması gibi nedenlerle “Avrupa ülkelerine göç, 1990’lı yıllar boyunca yoğunlukla tartışılmaya başlayan çok-kültürlülük çok kimliklilik gibi kavramların yeşermesine neden olmuş ve farklı türden kimliklerin tanımlanmasına yol açmıştır”(Akbulut,2007:220).

“Randall kimliğimizi anlattığımız hikâyeler üzerinden kurduğumuz görüşündedir” (akt. Akbulut, 2005:120). Kimliklerin üretildiği ve tüketildiği bir alan olan sinemanın toplumsal değişmelerle bağıntılı olarak değiştiği bir gerçektir. İnsanların, halkların diaspora ve göç deneyimleri sinemasal pratiklerde yer bulmuştur. Göçmen kimliğinin, özellikle sinema gibi kitlesel ve temsil gücü yüksek bir sanat aracılığıyla görünür kılınması, çok kültürlülük bağlamında büyük önem taşır. Sinemanın aynı zamanda, kültürel kimlik faklılıklarına yapılan aşırı vurgunun yaratacağı çatışmalı durumların yumuşatılması, yani farklı kimlikler arasında diyalog oluşturulması açısından da belli bir güce sahip olduğu söylenebilir.

“Farklı nedenlere dayalı geçici ya da sürekli göçmenlik durumlarının, sürgünlük hallerinin, hareketlilik üzerine kurulu belli bir pratiğin özneleri olan, mesleklerini bir coğrafyadan diğerine, bir gezgin ruhuyla sürdüren, dünyanın farklı yerlerinde bir grup yönetmen, artık yeni bir sinemanın kurucusudur” (Ulusay, 2008: 45). Göçmen/ ulus-aşırı/ diaspora/ post-kolonyal sıfatları ile nitelenen bu yeni sinemanın bir örneği bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır.

Beatiful People (Jasmin Dizdar,1999), ülkesinden savaş, işgal, sürgün, emek göçü gibi nedenlerle göç eden ve yaşadığı ülkede sinema yapan yönetmenlerden biri olan Jasmin Dizdar’ın, geride bıraktığı ülkesinde yaşanan travmaları, içinde bulunduğu ülke ve toplumu da dahil ederek beyaz perdeye aktardığı bir metindir. Savaş ve savaş travmalarına dikkat çeken pek çok Balkan filminden biri olan Beatiful People (Güzel İnsanlar), içinde birçok öykü barındıran zenginliğiyle, yargılamak yerine anlamaya çalışan bakış açısıyla göçmen sinemasının önemli örneklerinden biridir. Çalışmada Bosnalı olup İngiltere’ de yaşamakta ve orada sinema yapmakta olan Jasmin Dizdar’ ın Beatiful People filmi Balkanlar ve Balkan sinemasına genel bir bakışın ardından kültürel kimlik kurgusu ve göçmen sinemasının belirgin karakteristikleri çerçevesinde değerlendirilmektedir.

Avrupa’nın Doğusu, Ortadoğu’nun Batısı Balkanlar
Bir bölge adı olarak Balkanlar sözü Türk Dil Kurumu’nca “öz. a. Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan bölge” şeklinde belirtilir. Bölge Avrupa'nın yoksul, geri kalmış ve sorunlu yerlerinin başında gelir. Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hükümranlığının bitişinden itibaren Balkanlar’ın paylaşımına dair sıkıntılar günümüze dek sürmüştür.

“19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık mücadelesi veren Balkan ulusları, 20.yüzyılda ise kendi aralarında savaşarak bu girişimlerine devam etmişlerdir. Soğuk savaş dönemi göreli bir istikrar sağlasa da “Demir Perde” ortadan kalktıktan sonra, söz konusu uluslar yine birbirlerine girmişlerdir. Etnik iç içe geçmişlik, katı milliyetçi refleksler, dış güçlerin bölgeye müdahaleleri ve kendilerine birer uydu edinmeleri, ekonomik anlamda kalkınamamışlık gibi hususların bir araya gelmesi bölgesel çatışmaların alt zeminini oluşturmuştur. [1]
Balkanlar, dünya üzerinde çok uluslu yapı arz eden bölgelerin başında gelir. Burada birçok ırk ve etnik grupların yanı sıra birçok din de bulunmaktadır. Balkanlar’daki nüfusun milletlere göre dağılımının büyükten küçüğe doğru sıralanışı aşağıdaki gibidir: Türkler, Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar, Boşnaklar, Hırvatlar, Romenler, Slovenler, Karadağlılar, diğer.[2] Necati Cumalı’nın “Balkanlar, beşe belki altıya, kaç halk sahip çıkarsa o kadara bölünecek” cümlesini doğrulayan bir tablo görünmektedir.
“Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Balkan topraklarının Oryantalist kültürü belli derecelerde temsil ettiği kabul edilir. Dinamik, rasyonel ve pragmatik Avrupa’nın Balkanlar’la; genelde yavaş hareket etmekle, tembel, zayıf bir biçimde örgütlenmiş, despot, mistik ve verimsiz olmakla ilişkilendirilen bu bölgeyle sadece zayıf bir ilişkisi olduğu düşünülür. Yunanistan, Makedonya, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan ve Arnavutluk gibi bazı ülkeler bu nedenle “yetersiz derecede Avrupalı” addedilmiştir (Iordanova, 2009).
20. yüzyılda Balkanlar’daki devletlerin gelişimleri farklı bir süreç izlemiştir. Kimi ülkeler Avrupa Birliği’ne uzun yıllar önce katılım hakkı elde etmiş, kimi yeni üyelik kazanmış, kimi de henüz girişimlerini sürdürmektedir. Genel olarak Balkanlar’da, devlet yönetimlerinin niyetleri Avrupa Birliği’nden yana gibi görünmektedir. Bosna Hersek ve Boşnaklar, oturmuş bir sisteme ve düzene sahip olamamışlardır. Son Yugoslavya savaşındaki katliamların yaralarını bugün bile sarmaya çalışan ülke, yasal olarak iki; fiilen üç parçalı bir idarî yapıdadır. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların kamplaşmasının artma ihtimali, ülkede yeni sıkıntıları doğurabilme potansiyeli taşımaktadır.

Balkanlar’da Sinema

Balkanlar’ın ilk sinemacıları Makedonyalı Manaki Kardeşler olarak bilinir. Resmi tarih Fuat Uzkınay'ın 1914 yılında çektiği 'Ayastefonas'taki Rus Abidesinin Yıkılışı' filmini ilk Türk filmi kabul etse de Osmanlı tebaasından olan Manaki kardeşlerin 1911'de Sultan V. Mehmet Reşat’ın Bitola (Manastır) ziyaretini belgeleyen filminin, Türk sinemasının ilk filmi olduğunu iddia edenler de vardır.

Burçin S. Yalçın “Balkanlar’ın Orta Yeri Sinema!“ adlı yazısında 90’lara adım atarken Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte Balkan sinemasının da hızlı bir kabuk değişimine girdiğinden söz eder ve şöyle devam eder: “Avrupa’nın güneydoğusunda ayrı ayrı, irili ufaklı, fakat birçok bakımdan benzerlikler gösteren pek çok ülke varsa da, coğrafya ortak paydasında bir Balkan sinemasından söz etmek pek mümkün değil. Evet, yıllarca tarihi, dili, kültürü ve acılarıyla pek çok konuda kader birliği etmiş bir ülkeler bütününden bahsedebiliyoruz, ama yine de tümüyle birbirini tamamlayan, bütünleyen bir Balkan sinemasından bahsetmek güç”.[3]
Cineaste adlı Amerikan sinema dergisinin önceki yıllarda Balkan sineması üzerine, Balkan coğrafyasındaki filmciler arasında yaptığı soruşturmada sorulardan biri “Balkan sineması diye bir kavramdan söz edilebilir mi?” olmuştur. Soru yöneltilenlerden biri de Nuri Bilge Ceylan’dır ve Ceylan’ın cevabı şu olmuştur: “Zor bir soru. Bir Balkan duyarlılığı bence var. Hissediyorum. Belki bunu iyi ifade edemeyebilirim, ama Balkan dediğinizde gözümün önüne bir karakter, bir içtenlik, bir ruh geliyor. Fakat tekil, ortak birtakım bölgesel niteliklerden bahsediyorsak, bir Balkan sinemasından bence söz edemeyiz. Sanat çok kişisel bir şey. Mesela Kurosawa’ dan ziyade Kiarostami daha fazla Ozu’nun vatandaşıymış gibi gelir bana. Aynı farklılık Balkanlar’daki yönetmenlerde de var. Her biri pek çok bakımdan diğerinden farklı”.[4] Soruşturmaya katılan yönetmen ve eleştirmenler de ağırlıklı olarak bu görüştedirler. Yalçın’ın Balkanlar’da yapılan sinemaya dair tespitleri şöyledir: ”Balkanlar’daki sinemacılar seslerini ağırlıklı olarak 60 ve 70’lerden itibaren dünyaya duyurmaya, 80’lerden itibaren ise yavaş yavaş uluslararası arenada ödüllere alışmaya başladılar. Kuşkusuz, Costa–Gavras, Angelopoulos, Makavejev ve Kusturica, dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan (ve kesinlikle birbirine de benzemeyen) farklı sinemasal üslup ve yaklaşımlarla dünya sinema âleminin dikkatini bu bölgeye çekti. Angelopoulos’un sonu gelmez uzunluktaki planlarına karşılık, Kusturica’nın alabildiğine coşkulu ve şımarıklıktan feyz alan sineması bölgedeki entelektüel çokkültürlülüğe çok güzel iki örnekti. 90’larla birlikte Demirperde ülkelerinin yavaş yavaş kepenk indirmesi, yaşanan etnik çatışma ve kavgalar, serbest piyasa ekonomisine giriş, dışa açılma, AB’ye entegrasyon derken Slovenya’dan Romanya’ya, Bulgaristan’dan Sırbistan’a her ülke kendi çapında birtakım sinemasal hamleler yaptı. Yukarıda adını andığımız yönetmenlere bu dönemde Makedonya’dan Milcho Manchevski ve Goran Paskaljeviç gibi yeni kuşak sinemacılar katıldı. Manchevski’nin “Yağmurdan Önce” ve Paskaljeviç’in “Barut Fıçısı” adlı filmleri dünyada gezmedik ülke bırakmadılar”.
“2000’li yıllarda Balkanlar’da sinema sektörü hareketli olduğu görülür. Özellikle AB’yle müzakere sürecini iyi değerlendiren ve sonradan Birlik’e katılım rüzgârını da arkasına alan Romanya sineması sektörel anlamda çok önemli atılımlar yapmıştır.

Balkanlar’da sinema denince genelde Türk sineması da o kapsamda ele alınır. Balkan sineması da birçok bakımdan bize özgü şeyler barındırır: Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalmak, toplumsal yolsuzluklar, etnik çeşitlilikle baş etmede sıkıntılar, ekonomideki sorunlar, yeni tanışılan liberalizm, AB’yle bütünleşme gibi temalar genel olarak onların sinemalarının da hammaddesidir.

Iordanava’ya göre (2009:183), “Balkan sineması Sovyet ayak izini de yansıtır. Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk‘taki birçok sinemacı 1990’ların büyük bir bölümünü yakın tarihin yaralarını meydana çıkarmaya ve çarpık komünist idarenin fısıldanan hikâyelerini ifşa etmeye harcamışlardır. Hikâyeler genelde geride kalan ve hayatın başka yerlerde giderek nasıl devam ettiğini gözlemleyen, burada devam edecek bir şeyin, doğumlar ya da düğünlerin olmadığını düşünenlerin bakış açısından anlatılır. Bu tema Balkan sinemasında bir sabittir”.... Günümüzde de “Balkanlar’ın çetrefilli hikayesi sinemada anlatılmaya devam etmektedir” (Iordanova, 2009:186-192). Film yapımcıları da oy birliğiyle karar verilmişçesine savaşın bir Balkan laneti olduğu savını desteklemişlerdir ( Ross v.d.,2001:80).

Saraybosna trajedisi ile ilgili çok sayıda filmde olaylar dışarıdan bir bakış açısıyla anlatılmıştır. Pretty Village Bosna’nın durumuna duyarlılıkla içerden bir bakış açısı sağlayan ilk filmdir(Ross v.d.,2001:79).

Balkan sineması adı altında anılabilecek yönetmen ve filmlere kısaca baktığımızda Kusturica, Manchevski, Angelopoulos gibi yönetmenlerin adı anılabilir. Balkan filmlerinden küçük bir örneklem alarak konularına bakmak yararlı olabilir. Angelopoulos, üçlemesinin ilk filmi olan Ağlayan Çayır (2004)’ da 1919–1949 yılları arasında yaşanan savaş döneminde hem annesi hem de babası ölmüş Eleni’nin içinde göçü de barındıran hayat hikâyesini anlatır [www.beyazperde.com].

Kod Amidze Idriza - Bosna - Günler ve Saatler (Pjer Zalica, 2004)’ de amcasının evine tamir için giden Fuke, oğullarını savaşta kaybetmiş olan ailenin sorunlarına tanık olur. Lepa Sela , Lepo Gore – Sırbistan(1996)’ da birlikte büyümüş olan biri Boşnak biri Sırp iki genç savaştaki halleri ve gençliklerini hatırlar.
“31 yaşındaki Bosnalı yönetmen Jasmila Baniç' in 2005 Almanya, Avusturya, Bosna Hersek ortak yapımı Grbavica (Esma’ nın Sırrı) isimli filmi, bu yıl Berlin Festivalinde Altın Ayı Ödülü kazandı. Savaş sonrası Saraybosna' da kızını büyüten bekâr bir annenin hikayesini konu alan film, 1992-1995 savaşı sırasında etnik temizlik hareketi kapsamında tecavüze uğrayan kadınların dramını anlatır.[5]
Örneklerde de görüldüğü gibi -ki benzer örnekler hayli fazladır- “Bosna sineması en çok savaş travmalarına odaklanmıştır” (Iordanova, 2009:188). 90’lı yıllarda Balkanlar’da çekilmiş hemen her film etnik, dinsel veya kültürel çatışmaları, kanlı öyküleri perdeye yansıtmıştır. Iordanova da (2009) “Bu bölgenin en önemli filmlerinin hep tarihsel bellekle ilgilendiğini görüyorum” ifadesini kullanmıştır.

İngiltere’de Bir Balkan Yönetmen ve “Güzel İnsanlar”ı

12 yaşında, kendi yazdığı kısa hikâye ile ilk ödülünü kazanan, Boşnak bir ailenin çocuğu olan Jasmin Dizdar daha sonra edebiyat öğretmeninin önerisiyle, yaşadığı kasabadaki (Bosna-Zenica) sinema kulübüne üye olmuş ve on sekiz yaşında ilk kısa filmini yapmıştır (http://en.wikipedia.org/wiki/Jasmin_Dizdar). İngiltere’ de BBC televizyonu için senaryolar ve BBC Radyo 4’ e radyo tiyatrosu yazarak yaşamını sürdüren Dizdar, “Hamid Naficy’nin batıya yaşamak ve film yapmak üzere gelen ‘aksanlı sinemacılar’ olarak andığı sürgün ve diaspora yönetmenleri”nden biridir(Ulusay, 2008:43). Prag’ da ünlü bir sinema okulunda eğitim alan Dizdar’ın kendisinin yazıp yönettiği Beatiful People / Güzel İnsanlar (1999) filmi ilk kez gösterildiği Cannes Film Festivalinde o yılın ödül alan tek İngiliz filmi olmuştur ve ABD’de New York Time dergisi tarafından yeni milenyumun en iyi filmi olarak anılmıştır.[6]

Filmin sinopsisi şöyledir: “1993 yılının 13 Ekim günü İngiltere Hollanda ile Dünya Kupası maçı oynuyordu. Bosna savaşının en hararetli günleri yaşanıyordu. Sırbistan Birleşmiş Milletler askerleri tarafından bombalanıyor ve devam eden soykırım bir başka soykırımla engellenmeye çalışılıyordu. Bir Sırp (Dado Jehan) ve bir Hırvat (Faruk Pruti) ise Londra'da bir otobüste birbirlerini tanıdıkları için kavgaya tutuşuyorlardı. Bosna'nın aynı köyünde bir zamanlar komşu olarak yaşayan bu iki adam, şimdi ülkelerinden yüzlerce kilometre ötede Londra'da manik bir içgüdü ile birbirlerine saldırıyorlardı” [http://www.beyaz perde.com].

“Hiçbirimiz, sanki daha önceki tarihimizi tümüyle terk edip öyle kolayca başka birini seçebilirmişiz gibi, farklı bir dili seçemeyiz. Daha önceki bilgi, dil ve kimlik anlayışımızı ve bize özgü mirasımızı, öykümüzden öyle silip atamayız, üzerini karalayamayız” (Chambers, 2005:40). Rejim değişikliği öncesi adı Yugoslavya olup bugün Bosna Hersek olarak bilinen ülkede doğan yönetmenin de öyküsünden ne önceki dilini, ne kimlik anlayışı ve mirasını silip atabildiğini görürüz. Ülkesinde yaşayan üç etnik kimliğe de (Boşnak, Hırvat ve Sırp), konuşulan dillere de yer verdiği öyküsünde ‘kendine özgü mirası’ hassasiyetle koruduğu dahi söylenebilir.

Ulusay’ın (2008:21) “Uluslar arası göçmenler, özellikle batılı ülkeleri çok sayıda etnik ve kültürel kimliğin bir arada yaşadığı toplumlara dönüştürmüşlerdir” saptaması gerek “İngiltere, karışık bir bavul gibi” repliğinde, gerekse Dzemile ve İsmet’in arabayla ilerledikleri caddedeki görüntülerle doğrulanır. Londra caddelerindeki farklı ten renklerinde ve milliyetlerde insanlar adeta bir sosyal kolaj oluştururlar. Şehrin banliyösünde, göçmenlerin ağırlıklı olarak yaşadığı mahallede siyahî insanlar, Müslüman kimliği yansıtan takkeli ve cübbeli yaşlı adam, Hindu ya da Pakistanlı olduğu düşünülebilecek mahalle sakinleri, Jerry’ye Kıbrıslı olduğunu söyleyen demiryolu işçisi, Sırp ve Hırvat olduklarını belirten eski komşular, “ben bir Gallerliyim” diyen hasta ile çeşitli kültürlerin biraradalığının altı çizilir.


Kurşunların Kesiştirdiği Hayatlar

Birbirinden çok uzak gibi görünen ailelerin ve insanların yaşamı filmde iç içe geçer. Dr. Mouldy, çatırdayan evliliğini kurtarmaya çalışırken hastası olan Boşnak Dzemile ve kocası İsmet’le yakınlaşır. Dzemile, Sırp askerleri tarafından tecavüze uğramış ve hamile kalmış bir kadındır. Dzemile ve onu seven, kollayan kocası İsmet, bebeğin düşmanlarından olduğu için doğmaması gerektiğini, çok az bildiği İngilizce’yle doktora anlatmaya çalışmaktadır.

Thornton ailesi tipik bir İngiliz burjuva ailesi profili çizerler. Kabinede bakan olan bir baba, ‘asil İngiliz’ edalarıyla dikkat çeken anne, yaşlı büyükbaba, oğul ve kızları ile kahvaltı ve akşam yemeği sahneleri kültürel kodları barındırır. Ailenin stajyer doktor olan kızları Portia ailesine karşı eleştireldir ve onlardan farklıdır. Ki bir süre sonra savaştan kaçıp gelmiş Bosnalı bir Sırp göçmen olan Pero’yu hastanede tedavi ederken ona aşık olacaktır.

Griffin, uyuşturucu kullanan, ailesinden para alarak yaşayan, sorumsuz, serseri arkadaşlarıyla vakit geçiren bir İngiliz gencidir. Arkadaşının, komşuları Dr. Mouldy’nin oğlunun “Mighty Dutch!(güçlü Hollanda)” diye bağırdığını duyunca çocuğa “Sen bir İngilizsin! Bunu sakın unutma!” diyerek tokat atması, İngiltere- Hollanda maçını Hollanda kazanınca barda Hollandalılar’ a sataşmaları, bir kafede karşılaştıkları Pero’nun kırık dökük İngilizcesiyle sorduğu soru karşısında yüzünde oluşan öfkeli ifade ve “sen geldiğin yere defolsana!” sözleri, ırkçı, holigan İngiliz gençleri olduğunu işaret eder. Griffin, eroinin etkisi altındayken havaalanında üzerinde uyuyakaldığı Birleşmiş Milletler yardım paketleriyle Bosna’daki savaşın ortasına düşer. Burada BBC muhabiri Jerry ile hastane çadırında karşılaşırlar. Daha sonra Griffin, Jerry’nin kamerası aracılığıyla bir kahraman olarak ekranlarda görünecektir.


Beatiful People’da Kültürel Kodlar ve Kimlik Temsilleri
Beatiful People, sinemada kültürel kimliklerin temsili açısından çok zengin içerikli bir metindir. Kimliklerinin en belirgin vurgusu milliyetçilik olan Balkan halkları, eski komşular olan Hırvat ve Sırp karakterde temsil edilir. Hangisinin Sırp hangisinin Hırvat olduğunu karıştıran hastane arkadaşlarını hemen düzeltirler ve ikisi de diğerini “faşist”likle suçlar, kavgayı çıkaranın, köyü kundaklayanın diğeri olduğunu iddia eder. Bu halkların tarihe geçmiş etnik kavga ve savaşları, düşmanlıkları, iki adamın otobüste başlayıp Londra caddelerinde süren kovalamacasıyla, hastane odasında her fırsatta birbirlerini öldürmeye teşebbüs etmeleriyle eğretilenir.

İngiliz aileleri, mesafeli ve ölçülü masa başı sohbetleri, akşam yemekleri (Thorntonlar), çocuklarından çok da haberdar olmayan, uyuşturucu kullandığını ancak odasında buldukları gereçlerle fark eden(Griffin’ in ailesi), tek başına çocuklarına bakmaya çalışan (Dr. Mouldy ve Kate) yalnız ebeveynler olarak resmedilmiştir.

Kavga eden Sırp ve Hırvat’ a yapılan “burası Londra Belediyesi!” uyarısı, Sırbistan’da savaşmış ve savaştan kaçıp İngiltere’ye gelmiş olan Pero’nun düğünde yaptığı savaş aleyhtarı konuşma sonunda cebinden vatandaşlık kâğıdını çıkartırken davetli İngilizler’in silah çıkartacağı endişesiyle irkilmeleri, gelinin annesinin Pero’yu “egzotik” bulması, İngilizler’ in Balkan ülkelerine ve halklarına dair algısını yansıtır. Dizdar, kimlikleri ötekinin, kendisi olmayanın gözünden tanımlamaktadır. Pero, Portia’nın ailesiyle yediği akşam yemeğinde “tuvalete gitmek” için masadan kalmak istediğinde İngiliz baba tarafından “biz bu ülkede masadan kalkarken “müsaadenizle deriz” sözleriyle uyarılır. O, kaba bir yabancıdır, taşralıdır onların gözünde. Ancak piyano çalmak gibi üst tabakaya özgü bir etkinlik ile kabul görür ve “egzotik” bulunur burjuva İngiliz anne tarafından. Kafede cüzdanını unutan Bayan Mouldy’nin peşinden cüzdanı vermek için koşarken de potansiyel bir suçlu, terörist gibi görülür. Bayan Mouldy ondan endişeyle kaçar ve polisi görür görmez Pero’yu göstererek yardım ister. Ülkenin ve sosyal yaşamın kurallarla titizce düzenlendiği ve İngiliz halkının kurallara bağlılığı vurgusu kültürel kimliklerin aktarılmasına örnek teşkil eder.

Kate’in Bosna Hersek’e gidip “Sırp mermilerine hedef olmasını istemediği” kocası Jerry’ye “orda olup bitenler kimin umurunda?” diyerek vazgeçirmeye çalışması, tarihi savaşlarla dolu bölgede doğup büyümüş yönetmenin İngiliz halkının dünyada olup bitenlere, bu ‘umursanmayan’ uzak ülkelerdeki savaş, kıyım ve acılara karşı duyarsızlıkları konusunda, eleştiri okları olarak okunabilir.

“Güzel İnsanlar” ve ‘Dil’ Sorunları

Savaş muhabiri Jerry kendi ifadesiyle “cinayetin başkenti” olan Washington’ da defalarca ölüm tehlikesi atlatmıştır. Ancak karısı Kate, “en azından orda konuşulan dili anlıyordu” der daha sonra İrlanda, İsrail ve Lübnan gibi ülkelerde çalışan, şimdi Sırbistan’da olan kocası için. “Şimdi bütün diller farklı ve birbirine girmiş durumda”dır ona göre. Dilin önemine bir başka vurgu da hastanede yatan Gallerli hasta tarafından yapılır: “İngilizler bizim her şeyimizi aldılar. Suyumuzu, yakıtımızı, topraklarımızı.. Dilimizi de elimizden almaya kalktılar ama başaramadılar”.

Olivia Espin, dil kaybının ve ona eşlik eden kimlik kaybı duygusu ve dönüşümünün göçmenlik deneyiminin en güçlü unsurlarından biri olduğunu belirtir(akt. Ulusay, 2008: 202).

Pero İngilizcesini kasetlerle çalışarak geliştirmeye çalışır, İsmet de Jerry’nin kızıyla İngilizce öğrenme gayretinde izlenir. Filminde bir göçmenin yaşadığı belki de en önemli sorun olan dil sorununu işlemeyi ihmal etmemiştir Jasmin Dizdar.


Beatiful People’ın Göçmen Sineması Formu

Pero’nun kız arkadaşına ülkesini, odasının duvarında asılı eski Yugoslavya haritasında göstermesi, yönetmenin alter-egosunun izidir, ki bu da göçmen sinemasının karakteristik özelliklerinden biridir. Pero, kız arkadaşının “senin hayatında neden her şey eski?” sorusuna “çünkü ben eski Yugoslavyalıyım. Her şeyimiz eski” diye yanıt verir. Pero belki de zaman zaman duvarındaki haritaya bakarak kimliğini sorgulamakta, ‘tersine göç’ etmektedir.

İsmet doktora, karısının ülkelerinde mutlu günlerde çekilmiş video görüntülerini izletir. Evini bu genç, savaş mağduru göçmen çifte açan Doktor Mouldy, bir süre sonra İsmet’ e bir video kamera hediye eder. “Gilroy’ a göre, diyasporik kimlik formasyonun kültürel pratikleri içinde işleyen temel ilkelerin, anımsama (remeberance) ve anma /anıyı yad etme (commemoration) olduğunu” (akt. Akbulut, 2005: 110) anımsarsak yönetmenin bu motifi metninde kullanmasını anlamlandırmamız kolaylaşır.

“Göçmen sinema kaçınılmaz olarak çok sesli, birçok durumda çokdillidir” (Yaren,2008: 139). Hamid Naficy’ye göre (akt. Akbulut, 2007:240) çokdillilik, bu filmlerin anlaşılırlığını karmaşıklaştırır ve onların ‘aksanlı’ biçemlerine katkı sağlar. Birçok etnik köken ve kimliğin temsil edildiği metinde göçmen sineması karakteristiği olan ‘çokdillilik’ de mevcuttur. Tüm karakterlerin bir biçimde İngilizce konuştuğu filmde eski komşular olan göçmenlerin Sırpça konuşmaları, Bosna Hersek’te savaştaki insanların Boşnakça konuşmaları duyulur. Gallerli hasta kendi dilinde (Galce) bir şarkı mırıldanır hastanede.

Kısıtlı ve klostrofobik mekân kullanımı da göçmen sineması karakteristiklerinden biridir. Diğer göçmen sineması örneklerine göre nispeten daha az belirgin olsa da, bir otobüsün içinde başlayıp genellikle hastane, ev, kafe gibi kapalı ve sınırlı mekânlarda geçen filmin bu yönüyle de göçmen sineması formuna uyduğunu söylemek mümkündür.

Sonuç: Barışık Bir Gelecek Umudu

Griffin, Bosna savaşından kurtarılan gözlerini kaybetmiş çocuğa ailesiyle birlikte bakmaya, kardeşi gibi onu sevmeye ve korumaya başlar. Hatta küçük çocuğu tedavi ettirmeye çalışırlar.

Portia, sınır dışı edilmesinden korktuğu sevgilisi Pero ile evlenir. Pero düğünde, savaşta öldürdüğü insanlarla ilgili bir tür günah çıkarır: “Öldür diyorlardı, öldürüyordum. Öldürürsen iyisin diyorlardı”. Konuşmasının sonunda vatandaşlık kâğıdını çıkararak “ ben artık sizim” der ve dönüşen kimliğini açıklar.

Dzemile ve İsmet adını ‘Kaos’ koydukları bebeği kabullenir ve Dr. Mouldy’ nin evinde sevgiyle büyütmeye başlar. Jerry BBC muhabirliğinden istifa ederek huzurlu bir hayata yelken açar. Kapanış sahnesinde eski komşu olan Sırp ve Hırvat hastanede neşe ile kağıt oynayıp gülerken görünürler.

Dizdar filmi iyimser bir hava ve geleceğe umutlu bir bakışla noktalar. Filmin başında yakından gördüğümüz tüm kimliklerde bir değişim, dönüşüm, yeniden inşa yaşandığı görünür. Stuart Hall’ un (1998:70-72) söylediği gibi: “Kimlikler asla tamamlanmaz, asla bitirilmezler; öznellik olarak daima inşa halindedirler. Kimlik daima oluşum halindedir. Kimlik bir süreç olarak, bir anlatı olarak, bir söylem olarak daima Öteki’nin konumundan anlatılır”. Beatiful People, kimliğin bu devingen ve dinamik yapısını, dünyanın farkında bile olmadığınız bölgelerinde yaşanan olaylardan dahi bir biçimde etkilenebileceğini, ters yüz olabileceğini görmek adına etkili ve önemli bir yapımdır.


DİPNOTLAR

1Özlem, Kader. “Tarihsel Süreç-Ulusal Kimliği ve Milliyetçiliği Oluşturan Etkenler” [ http://www.turksam.org/tr/a1897.html] 04.05.2010

2 Balkanlar [http://tr.wikipedia.org/wiki/Balkanlar#Demografi] 03.05.2010

3Yazıya elektronik ortamda ulaşmak için:: [http://www.balkanskidom.com/showthread.php?t=3599] 05.05.2010

4Ayrıntılı bilgi ve diğer yönetmen görüşleri için: [http://www.cineaste.com/articles/is-there-a-balkan-cinema.htm]

5Balkan filmleri ve konuları hakkında daha çok bilgi için bakılabilir: [http://www.bosnasancak.net/forum/showthread.php?8-Balkan-Snemasi]

6 Screening Strangers: Migration and Diaspora in Contemporary European Cinema by Yosefa Loshitzky ,[http://igrs.sas.ac.uk/events/seminars/book-launch-series/yosefa-loshitzky.html] 06.05.2010.


KAYNAKLAR

AKBULUT, Hasan (2005). “Anlatı bizi Nasıl Kurar? Ararat’ ta Anlatı, Anımsama ve Kimlik” Kültür ve İletişim Dergisi, Sayı 8: 91–124.

AKBULUT, Hasan (2007). “Ulus-aşırı Türk Sinemasında Kimlik Arayışları: Fatih Akın ve Yüksel Yavuz Sineması”, Kimlik, Medya ve Temsil: Kimlik Kurgusu ve Temsilleri Üzerine Medya Analizleri, Der. Emel Baştürk Akca, Ankara: Nobel.

CHAMBERS, Iain (2005). Göç, Kültür, Kimlik, 1.b., , İstanbul: Ayrıntı.

DAKOVİC, Nevana (2001). “Pretty Village, Pretty Flame: Conflicting Identities” edited by Karen Ross, Deniz Derman, Nevena Dakovic, Mediated Identities içinde, (ss.79), İstanbul: İstanbul Bilgi Universıty.

DIZDAR, Jasmin. Beatiful People Film DVD, 1999, İngilizce, 108 dakika.
HALL, Stuart (1998a). “Eski ve Yeni Kimlikler, Eski ve Yeni Etniklikler”, Anthony King (Der.) Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi: Kimlik Temsilinin Çağdaş Koşulları, Çev. G. Seçkin; V.H. Yolsal, Ankara: Bilim ve Sanat.


IORDANOVA, Dina (2009). “Balkan Sineması Üzerine,” Deniz Bayrakdar (Yay. Haz.), Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler–8 içinde, (ss.179–192).İstanbul: Bağlam.


ULUSAY, Nejat (2008). Melez İmgeler, 1.b., Ankara: Dost.

YAREN, Özgür (2008) . Altyazılı Rüyalar Avrupa Göçmen Sineması, 1. b., Ankara: Deki.

İNTERNET
http://www.beyazperde.com/film/2326, (erişim: 03.05.2010).

http://en.wikipedia.org/wiki/Jasmin_Dizdar, (erişim: 05.05.2010).

Screening Strangers: Migration and Diaspora in Contemporary European Cinema by Yosefa Loshitzky ,http://igrs.sas.ac.uk/events/seminars/book-launch-series/yosefa-loshitzky.html, (erişim: 06.05.2010).

Is There a Balkan Cinema?: A Filmmakers' and Critics' Symposium http://www.cineaste.com/articles/is-there-a-balkan-cinema.htm (erişim: 07.05.2010).
[1] Özlem, Kader. “Tarihsel Süreç-Ulusal Kimliği ve Milliyetçiliği Oluşturan Etkenler”
[2] Balkanlar
[3] Balkanlar’ın Orta Yeri Sinema
[4] Is There A Balkan Cinema?:A Filmmakers’ And Critics’ Symposium
[5]Balkan filmleri ve konuları hakkında daha çok bilgi için bakılabilir:[http://www.bosnasancak.net/forum/showthread.php?8-Balkan-Snemasi].
[6]Screening Strangers: Migration and Diaspora in Contemporary European Cinema by Yosefa Loshitzky

27 Nisan 2010 Salı

anekdot

Adam arabasını satışa çıkaracağını söyler. Ertesi gün arabanın fotoğraflarını çektiğinden söz edince kadın birden sorar: "Fotoğrafları, özleyince bakmak için mi çekiyorsun?"

Adam: "Hayır, satmak için internet sitesine yükleyeceğim."

Kıssa benden, hisse malum :)

19 Nisan 2010 Pazartesi

tortu

gelip geçenler, gelip kalanlar, geçip de geçilmeyenler... hep biraz iz, hep bir parça duygu, hatıra bırakırlar. yürekte, bellekte tortulaşan parçalar, masumane bir sohbetin kaşığıyla bile karıştırılınca bulandırabilir suları. sular ki bulanmaya hep biraz meyillidir zaten.

23 Mart 2010 Salı

Serbest Çağrışım

sıcak şarap, sakal, ankara, gök, nefes, soğuk, feribot, huzur, koku, korku, abla, ödev, hülya hoca, makale, mesut, arya, sirya, film, bahar, mercan dede, rakı, rüya, bostancı, lunapark, sahil, kahvaltı, cemal süreya, gök, telefon, uyku...

31 Ocak 2010 Pazar

Kısa Bir Yol Hikayesi


Uzun sayılabilecek bir aradan sonra yaptığım otobüs yolculuğu Ankara' ya idi geçen cumartesi. Soğuk mu soğuk bir havada, sıcak bir veda ile ayrıldım kentimden. Doğru firmayı seçmiş olduğum için kendimle gurur duydum öncelikle. Uçak gibi bir otobüsle, konforlu bir yolculuk oldu.

Karla kaplı karayollarında nefis manzaralar gördüm ve "heyecanla fotoğraf makinemi çıkarıp" hızla giden otobüsün olanak verdiği ölçüde fotoğrafladım bu güzel görüntüleri.

Kulağımda Efe Tur' un kulaklığı ile çok güzel, dingin şarkılar dinleyerek, Gök' ten gelen mizah dergimi okuyup kıs kıs gülerek, camdan dışarı bakıp manzara dışında pek çok şey görerek ve gülümseyerek zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan yol bitti.

Gitmek nicedir bu kadar keyifli olmamıştı.


Çapraz koltukta oturan liseli ağabey ve 4-5 yaşlarındaki kız kardeş, kulaklığı çıkarttığım zamanlarda tanık olduğum güzel kardeşlik ilişkisi ile mutlu eden bir tabloydu ayrıca. Ağabeyin dizlerine yatmış küçük kız, İngilizce sayı saymayı öğrenmeye çalışıyor, ağabeyi tarafından tekerlemelerle, bilmecelerle, sevgi dolu bir ilgiye mazhar oluyordu. Gencin cebinde taşıdığı ve ara ara çıkarıp okuduğu kitap da benim için çok önemli ve bir öğretmen olarak gurur vericiydi. Ki bu duygu ve düşüncelerimi iletmeden durmadım elbette kendisine. Efendice teşekkür etti genç arkadaşım. Ama asıl teşekkürü hak eden kendisiydi görmeyi özlediğimiz genç tipi olduğu için.

İşte böyle. Gitmeyi güzel kılanın gelmesi, dönmeyi her zamankinden güzel kılması umuduyla bekleme zamanı şimdi...


10 Ocak 2010 Pazar

EDEBİYAT NOTLARI: DUBLÖRÜN DİLEMMASI

"İmkansız, reddedilmiş mümkündür ve kuzeye gidildikçe imkansızlar çoğalır."
"Aşk, insanın şahsiyetini pekiştirir. Çünkü hayatın manası, aşk bohçasında gelen bir hediyedir. Mevcudiyetinin hakkını vermek, hiç değilse mazeretini bulmak isteyen insan yalnızca aşka müracaat edebilir."

"Yalnızsan yalanlar sana ilaç gibi gelir,....."
"Hedefe ulaşan, her şeyi ıskalamıştır!"

- "Kaç yaşındasınız?"
-"On sekiz."
-"Hımmmm, on sekiz... dilimizdeki en güzel kelime."
-"İnsanlarla hep böyle mi konuşursunuz?"
-"Evet. Biri Shakespeare' le aynı gezegende yaşadığımızı hatırlamalı."

"İnsan, ne ise o olduğunu inkâr eden yaratıktır."