23 Aralık 2008 Salı

"KÜÇÜK PRENS" BÜYÜKLERE DİYOR Kİİİİ...

"Bu insanlar (büyüklerden söz ediyor)* rakamlardan hoşlanırlar. Onlara yeni bir dosttan söz ederseniz asıl önemli olan şeyleri sormazlar size; hiç bir zaman "Sesinin tonu nasıl? En çok sevdiği oyunlar hangileri? " diye sordukları olmaz. "Kaç yaşında? Kilosu ne kadar? Babası ne kadar kazanıyor? " diye sorar ve yalnızca o zaman onu tanıdıklarına inanırlar.

"İnsanın kendini yargılaması, başkalarını yargılamasından çok daha güçtür. Kendini iyi yargılamayı başarabilirsen, bu demektir ki sen gerçek bir bilgesin."

"....Çünkü dil yanlış anlamaların asıl nedenidir."

"İnsan bulunduğu yerden hiç bir zaman memnun değildir."

"-Senin dünyandaki insanlar aynı bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar ama yine de aradıklarını bulamıyorlar orada... Oysa aradıkları şey bir tek gülde ya da biraz suda bulunabilir. Ama gözler kördür, yürekle aramak gerekir."

Benim gibi çocukluğunda okumamış olanlara içindeki çocukla tanıştırmalarını, okumuş olanlara hatırlamalarını, çocuklara da tez elden edinmelerini öneririm.


* benim notumdur

17 Aralık 2008 Çarşamba

Kendimden Notlar

- Kekin kakaolusunu, işin tez bitenini, arkadaşın fazla soru sormayanını yeğlerim.
- Asansör beklerken kendi kendime dans etme, şarkı söyleme, mimikler yapma esnasında gelen asansörden biri inip beni o halde yakalayacak diye pek bir endişelenirim ama bu yapmama engel olmaz. Bir gün gelecek başıma ya dur(ayım) bakalım...
- En sevdiğim hayâl, kendimi sinema perdesinde "şahane dans eden kız" rolünde görme ânıdır.
- Defalarca yüz kişinin karşısına geçip sunum, seminer vb. çalışma yapmışlığım vardır, ammaaa otobüste uzandığım camı zorlayıp da açamayacağım ve tüm otobüs benimle içten içe alay edecek diye gerilirim. Özgüvenimi sorguladığım durumlardandır bu :-))
- Birine iltifat ettiğinde "ne ısmarlayayım?" geyiğinin tedavülden acilen kalkmasını dilerim !
- Bir şey okumadan geçen saatleri kayıp sayarım. Okumadan nasıl yaşanır cidden anlayamıyorum. Zorunlu olarak bulunduğum ortamlarda özellikle "off şimdi kaç sayfa kitap okurdum/ Uykusuz' u bitirirdim" gibi hayıflanmalarla kendimi yer bitiririm :-) (evet biraz abarttım.)
-Aynı anda birden fazla işle meşgul olmaya bayılırım.Zamanı iyi kullanacağım sözde. Bu uygulama genelde yanan yemekler, batan ocaklar gibi kazalarla ters tepse de vazgeçemiyorum.

Peki size ne mi bunlardan? İnsan kendini çok önemli sanıyor ya bazen, herkes kendine çok değişik filan geliyo hani.. Ne bileyim işte öyle fark ettiklerimi yazmak istedim sadece. Hem gıcık olduğum şeyleri yapmazsınız belki okuyunca :)

24 Kasım 2008 Pazartesi

BİR ÖĞRETMENDEN, ÖĞRETMENLERİNDEN BİRİNE

On bir on iki yaşındaydım henüz sizi sınıfın karşısında gördüğümde. Açık alnınız ve kırlaşmış saçlarınız, bıyıklarınız zihnimde yıllardır silinmeyen, buğulanmayan bir fotoğrafın ana unsurlarıdır.

Sınıfın kapısından girdiğiniz an hissedilirdi farklılığınız.Tok sesinizle anlattığınız derslerde hep, sıradan olmayan bir şeyler vardı. Kareli bir ceket, ceketin cebinde hiç eksik olmayan bir kitap, elinizde resmi az yazısı bol gazetenizle geldiğiniz, tazecik belleklerimizde yıllar sonraya kalacak izler bırakarak gittiğiniz derslerden birinde günlük tutmamızı istemiş ve ne de tatlı anlatmıştınız alelade cümlelerle, bir gün içindeki aktiviteleri anlatmanın günlük tutmak anlamına gelmediğini.

"Hayvanlar Çiftliği", "Çocuk Kalbi" gibi evrensel kitapların yanında bizimle usul usul tanıştırdığınız büyük Türk romancıları ve çağdaş yazarlarla, en iyi hikâyelerle, edebiyatın güzelim tadını almamızı sağladınız. Size duyduğum engin hayranlığın sonucu okul kütüphanesi uğrak yerim oldu. Ben okudukça sizin koltuklarınız kabarıyordu adeta.

Ne kadar eksik kalırdım şimdiki halimden o yaşta Yaşar Kemal' le, Reşat Nuri Güntekin' le, Sait Faik' le beslenmemiş olsaydım.

Öğrettiğiniz, hayatıma kattığınız her kelime, her görüş, her değer için binlerce kez teşekkür edebilsem keşke sizi bir kez daha görme fırsatı bulup.

Bir öğretmenin bir çocuğun hayatına nasıl etki edebileceğini, öğretmene duyulan hayranlığın ne yüce bir beslenme kaynağı olduğunu gösterdiğiniz için, bizi gerçek okur-yazarlar yapmak adına gösterdiğiniz gayret için, göstermeye utandığım şiirimi tesadüfen görüp (!) okuduğunuz için, yıllar sonra arayacak kadar öğrencinize değer verdiğiniz için minnettarım sevgili öğretmenim İbrahim ERDEM.

Umarım halâ bir yerlerde güzel Türkçe' nizle birilerine etki eden cümleler kuruyorsunuzdur.

10 Kasım 2008 Pazartesi

ACIMAK ÜZERİNE BİR ROMANDAN (SABIRSIZ YÜREK)



Eski çevirisinde adı "Acımak" olan bu romanda yazarın acıma duygusunu derinlemesine ele alışı, gereksiz acımaların insanı hangi durumlarla baş etmek zorunda bırakacağı leziz bir biçimde anlatılmış.

Zaman zaman sağlıklı bir vücuda sahip olmanın ayrıcalığından utanabilecek kadar duyarlı olan kahramanımız üzerinden insanın duygusal katmanlarını bir bir soyup sorgulamış Stefan Zweig. Benim naçizane yorumum bu kadar. Gerisi kitabın içinden, algı süzgecimin üstünde kalanlardan bir bölümü. Buyrun paylaşalım:
"Başkalarından dinlenenler ve kitaplardan okunanların hepsi gelip geçiyor, geriye yalnızca kendi yaşadıklarınızın yüreğinizde uyandırdığı duygular kalıyor."

"... Arzulamak ve özlem duymaktan çok daha beterinin, istemediğin halde sevilmek ve bu rahatsız ediici tutku ve ihtirasa karşı koyamamak olduğunu anlıyordum....... Karşılıksız olarak sevilen kişi, ölçüsünü ve sınırlarını kendisinin belirleyemediği bu tutkuya gem vurmakta çaresizdir."
"Ve aşk kendi dünyasında her şeyin en sınırsızını , en ölçüsüzünü arzuladığı için, ölçülü ve tedbirli olan her şey onun için dayanılmaz ve iticidir."

"Kararlarımız, kabul etmek istemesek de büyük ölçüde sosyal konumumuzla sağladığımız uyuma ve çevreye bağlıdır. Düşüncelerimizin büyük kısmı genellikle önceden edinilmiş izlenimlerin ve etkileşimlerin doğal bir sonucudur."

"Vicdan anımsadıkça, hiç bir suç unutulmaz!"

20 Ekim 2008 Pazartesi

DİLLER

Geçtiğimiz haftalarda, altı gün boyunca, dört farklı ülkeden gelen konuklarımızla birlikte zaman geçirdik. Çoğu keyifli, bir kısmı gergin ve az da olsa sıkıcı dilimlerden oluşuyordu bu zaman.

Farklı gözlemlerde bulunma şansım oldu bu birliktelik esnasında; yolculuklarda olsun, yemeklerde ve toplantılarda olsun. Ancak bir şey var ki en çok üzerinde düşündüğüm bu oldu sonrasında da: Diller...

Bazen çok basit gibi görünen bir bilgiyi veya öylece kabul edip fazla sorgulamadığım(ız) durumları zihinsel büyütecimle şöyle bir incelediğimde şaşkınlık içersinde kalırım. Bu konu da bir örnek teşkil etti bu duruma.

Ortak dil elbette İngilizce idi ama gruplar doğal olarak kendi aralarında ana dilleri ile konuşmaktaydı. Yanımızda iki insan akıcı ve hararetli konuşmalar yaparken tek kelime anlamamak, neden söz etttikleri konusunda tahminde dahi bulunamamak çok tuhaf geldi bir ara. Halâ da düşününce öyle geliyor. Bir kelimeyi sesli olarak sürekli tekrarladığımızda anlamsız gelmesi gibi.(bunu herkes denemiş midir acaba? merak ettim cidden)

İki insandan çoğalıp yeryüzünü saran milyarlarca insan kitlelere ayrılmış ve diğerleriyle sesleri, yazısı, yapısı, her şeyiyle bambaşka diller konuşup yazıyor. Bir araya geldiklerinde hiç bir şey anlamayabiliyorlar. Yazı denen sembolleri hiç bir anlam ifade etmiyor birbirleri için.

Yeryüzünde 6500 civarında dil kullanılıyormuş! Bilmem, bence oldukça ilginç. (sizin için de ilginç olsun lütfen, en azından okuduktan sonra :-))

13 Ekim 2008 Pazartesi

OLYMPOOOS


Uzunca bir tatilin başından kendimiz için kırptığımız 3 günü, sürpriz bir şekilde alınmayan biletler sayesinde Olympos' da geçirme şansına kavuştuk. Demek ki gitmeliydik, belki bizi bekleyen bir şeyler vardı oralarda.


Sabah uyanıp 11 nolu minik ahşap evimizin kapısını açar açmaz bizi karşılayan portakal ağacı, henüz rengine ulaşamamış halde dallarda bekleyen güzelim portakallar, ağaç dallarına asılan havlular, yeşil yapraklar arasında kıpkırmızı, bazısı çatlamış narlar, akşamları ateşin başında kupayla -kimine göre öğretmen bardağı!- içilen çaylar, ısındıkça oturağın geriye çekilmesi...

Akşam çalan kampana ile yemek sırasına girmek, yemekten sonra tavla oynamak, tavla vesilesiyle tanışmak, paylaşmak karanlığa tutulan telefon ışığını, bazen bir dizi beş dakikalığına... Sahile inerken "su" alıp gelmesi birinin :-)


Çardakta, hamakta, ılık ılık saran sularda yüzünü tarihe ve doğaya dönerek keyif yapmak...

Geride kalanlara bırakılan ufak hatıralarla gitmeler, omza konan minik kelebek öpücüğü...

Yaban ellerin yabancı durmaması, yadırgamamak... kısacık zamanda alışmak ve özlemek bir nevî, gözlerin araması, dilin anması gidenleri...


Hepsi, her şey çok keyifliydi. İyi ki gittik. Tekrar buluşmak dileğiyle Olympos-da-.

24 Eylül 2008 Çarşamba

BA-BA

İlkokulda bir milli bayram töreninde "baban mı, deden mi?" diye soran arkadaşıma kaçamak cevap verirken farketmiştim sanırım babamın ilerlemiş yaşını. Ve bu farkındalık yüzünden olmalı yıllarca uyurken onu izlememe, soluk alıp almadığını kontrol etmeme neden olan kaygılar.

Okey oynarken arkadaşlarının kelliğine dair şakaları ne can sıkıcı gelirdi bana. Ne kadar içerlerdim sevgili "babişkom" a yöneltilen sözlere çocuk aklımla.

Küçük bir kız çocuğuydum işte sokaktan at arabasıyla tuz satarak geçen amcayı babasına benzetip "keşke bir kez öpsem" diyecek kadar onu özleyen yokluğundaki yıllarda... Arkadaşımı, tabureye çıkan babası için "düşerse sen de benim gibi babasız kalırsın" diye uyaran... Büyüdükçe çoğalan bir sevgiydi.. Anneme göre "leş gibi sigara kokan" ceketini sırtından çıkartıp, asmadan önce içime çekerek koklamak benim için haz içeren bir ritüel gibiydi ilk gençlik yıllarımda.

Hangi zamanda onu yitirmenin daha hafif olacağını düşünürdüm bazen. 18 yaş? Hayır hayır, çok erken. Üniversitede okurken de hayatta olmalı babam, mezun olduğumda da... Hatta evlenirken... Çocuğumun dedesi de olmalı ama! Yani hiç bir zaman dilimi diğerinden daha kabul edilebilir değil! Değildi. Olmadı.

Ağlamak istediğim zamanlarda hep bunları düşünürdüm. Babasız kalma düşüncesi aklıma geldiği an boşanırdı yaşlar gözümden. Yüzüm kıpkırmızı olana dek ağlardım. Ve ne çok korkardım Tanrım...

Sanırdım ki bir daha asla içten gülemem, haftalarca yemek inmez boğazımdan, ağzımı bıçak açmaz... Bunlar da olmadı. Hayretle ve kendime duyduğum öfkeyle zaman zaman, hepsini de yaptım.

Ne zaman incinsem, ne zaman sığınma isteği duysam ilk aklıma gelensin babam. Sanki sen olsan hiç biri olmazmış, herşey daha kolay olurmuş gibi. Ardarda tekrarlanan bu heceyi on koca yıldır söyleyememek ağız dolusu, duyarken içinde bir yerlerin sızım sızım sızlaması ne demektir bilen bilir. Yaşayan bilir. Bazen yaşamadan da tahmin edilir demek ki Cemal Süreya gibi:

SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?

21 Eylül 2008 Pazar

BİR EYLÜL ARMAĞANIMA...


Bir eylül sabahı uykulu gözlerini aralamanla başladı tanışıklığımız... Ve şimdi ikinci eylülün sonuna yol almaktayken aynı evde, hayata bu güzel karşılaşmayı sunduğu için ne kadar teşekkür etsem az gelir sevimli hayaletim.

Birlikte dondurucu soğuklara, kavuran sıcaklara, delice esen poyrazlara, sıkıcı ve eğlenceli sohbetlere, sinirleri zorlayan gelişmelere, bazen uzayan yollara maruz kaldık. Her şeyi bu kadar "olumluluk" süzgecinden geçirmeyi nasıl başardığını anlayamamakla beraber hep takdir ettim Mia çiçek-çiçek mi? hangisi? :-)) -

Halâ bu kadar temiz ve güzel yüreği olan birilerinin olduğunu gösterdiğin ve umut verdiğin için,
Güzel gülüşünü bir gün olsun esirgemediğin için,
Elin kadar açık olan gönlün için,
Bulunduğun her yeri çocuk gibi şenlendirdiğin için,
Huysuz cüce olduğumda bile güzel huyundan vazgeçmediğin için 385 kez teşekkür ederim :-)

Işıltın sönmesin, kahkahan seninle yaşasın sonuna dek meleğim, çiçeğim, hayaletim, kardeşim. İyi ki varsın.Nice nice yıllara...

9 Eylül 2008 Salı

ON DOKUZ IŞIK YILI


Sıkıcı ve uzun bir yaz tatilinin daha başladığı günlerden bir gün çocukluğun kırmızı geceliğiyle aralanan kapıdan içeri nelerin gireceğini, dehlizlere uzanan nice kapıların açılacağını ikisi de bilemezdi.

İki farklı renk kız çocuğunun, yırtık kotlara yazılan yabancı şarkıcı isimlerinden edebî cümlelere uzanan evrimi… Anneden özenle saklanan ergenlik günlüklerinden sanal günlüklere, yakan topların, bisikletlerin, karda kışta ayaktan çıkmayan patenlerin anılarıyla dolu sokaktan dört yüz kilometre uzakta, kıyısında halâ şaşkınlıkla yürünen sahil kentine getirip onları bırakan uzun yılların anısına bu satırlar.

Birbirine dair hatıraların bazen burkulan yüreklerle, bazen iç çekişli bir gülümsemeyle, bazen kahkahalarla anılması, silikleşen izlerin diğerinin belleğiyle tazelenebilmesi ne tanımsız bir duyumsamadır.

Birlikte büyümek, olgunlaşmak(?), pişmek… ama “annenin gözünde çocuk kalmak gibi, arkadaşın gözünde de büyümemek”..

Aynı renk giysilerle pişti olalım yine. Giderken atışıp , hiç bir şey olmamış gibi barışık dönelim halâ gezintilerden. Biri takdir alınca diğeri sevinsin yine kendisi almış gibi.

Işığımız solmasın hiç, aksine güçlensin yaşadıkça. Artık ona daha çok kişinin ihtiyacı var hem. Ömrü de güzel olsun yüreği gibi…

24 Ağustos 2008 Pazar

YOL/LAR

"Yolların kesişenini severim" diyenlere ...
Bir yoldan kaç farklı duyguyla, kaç farklı kişiyle, hatta aynı kişiyle ne değişik hâller içersinde geçiyor insan. Defalarca sarmaş dolaş, o an yaşanan güzel duygular ve huzurun yerini hiçbir şeyin tutamayacağına duyulan büyük inançla, bitmesin isteyerek yürünen yolda, gün geliyor yanındakini hiç tanımadığını düşünerek, tuhaf bir uzaklık duygusuyla, hızlı ve gergin adımlar atılabiliyor. Ve bir akşam, yolun tanıklık ettiği tüm duygu ve durumları düşünerek, bu düşüncelerin yalnızlığına yaptığı vurguyla , adımlarını sürükleyerek yürünüyor.

Yüreğinde benzer yaraları kanayan, kulaklarında aynı ezgiler çınlayan, kafalarında aynı soru işaretleri dönüp dolanan insanların apayrı uzayıp giden, birbirini bilmez ve kesmez yollara dalıp gittikleri de çok olmuştur muhakkak.

Yol; ne çok umut, ne çok umutsuzluk, bazen hüzün bazen neşe, hem ayrılık hem kavuşma gibi tezat duyguları yaşatan ve anımsatan bir kavram..

Öyle yol aldı ki insanoğlu, kesişmez yol kalmadı görünmez ağlarla örülü yaşamımızda. Herkesin yolu ağlara düşer oldu bir şekilde. İyi ki de öyle oldu.

7 Ağustos 2008 Perşembe

"KADINDAN KENTLER"



Kısa süre önce okuyup bitirdiğim, vedalaşmakta çok zorlandığım Murathan Mungan romanı... Yurdun bir çok ilinden, iliğine kadar işlenmiş kadın manzaraları, hikâyeleri, ilişkileri... Nefis örüntüler, betimlemeler, kesişmeler. Lezizdi gerçekten.

Okuyanlardan yorumlarını beklerim.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Küçük Mutluluklar(ım)

1.Asansörün katta bulunması,
2.Şehirlerarası otobüslerde çanta askısı bulunan yere denk gelmek,
3.Elde poşetlerle gelip, apartman giriş kapısını açık bulmak,
4.Toplu taşıma araçlarında yer bulmak/ dikildiğim yerden birinin kalkması ile oturabilme şansına kavuşmak,
5.İzlemek istediğim bir filmin tv de karşıma çıkması,
6.(Ortaokul,lise ve üniversite yıllarında) eve gelip kimse olmadığını görmek, (Bu, şimdi bakınca öyle görünen oysa küçükten daha bir mutluluktu aslında..)
7.Tam aklından birini geçirirken onun tarafından aranmak,
8.Sabahları okulun alternatif giriş kapısının açık olması.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

ŞAŞKINLIK

Bir yerde, birileriyle öğrendiklerimizi, bambaşka adreslerde, akıllara gelmeyecek, hayâllere sığmayacak kişilerle kullanmak, ne tuhaf... Birilerinin izlerini, anılarla dolu lekelerini kapatmak başka renklerle... Ya da hiçbir şey tuhaf değil ne bileyim.

Ama yok yok, halâ tuhaf bulunacak şeyler var. İyi ki de var. Aynı kente yine ancak hayâli kurulabilecek bir şekilde toplanmak örneğin.

Şaşırt beni hayat! Güzel bir şaşkınlıkla açılsın ağzım.

19 Haziran 2008 Perşembe

BİTİR-EME-MEK

Başlaması kolay, bit(ir)mesi zor şeyler var. Başlangıcı heyecanla insanı saran... sevinç ve umutla yüklü bir uçan balonu havaya bırakmak gibi. Sonra oyunun en kızıştığı yerde topun dikenli tellere takılıp patlaması ile kızarmış yanakları, hızla atan kalpleri ile oyuna doyamadan veda eden çocuklar kalır ortada.

1 Haziran 2008 Pazar

TUHAFLIKLAR (güncellenen yazı)

Kendimle ilgili bazı tuhaf huy/alışkanlık/tutumları fark ediyorum bu ara. Örnekler aşağıda:
1.Yalnız yürüyüş yaparken istediğim yerden ani bir "U" çekerek dönmekten imtina ettiğimi... Sanki etraftakiler belli bir yere gitmediğimi, öylesine yürüdüğümü anlayacaklar ve bu da utanılacak bir şeymiş gibi... Hatta bazen beden diliyle şöyle mesajlardan yararlanıyorum döneceğim zaman; sanki ilerde birine filan bakıyorum da "haa yokmuş döneyim ben burdan bari" diyorum, gibi. Ama o gün nerden niye döndüğümün kimseyi ilginlendirmeyeceğine (ki zaten kimsenin umurunda olmadığına eminim) karar verip keskin bir dönüş yaptım. Hoşuma da gitti ne yalan söyleyeyim:)
2.Eğer biraz özenerek giyindiğim, kendimi şık,alımlı vb. bulduğum bir gün, yolda giderken yaşlı bir amca, gariban görünümlü bir hemcinsim gibi birileri tarafından süzülürsem kendimi kötü7biraz suçlu hissettiğimi...
3.Benden onlarca yıl yaşlı insanlar arabamı yıkarken içinde oturuyor olmaktan(araca sahip olmaktan) nerdeyse özür dileyecek bir mahcubiyet duyduğumu...

4.İltifat kabul ederken zorlandığımı ve saçmalaya (da)bildiğimi... İşte yaşanmış örnekler: X:Eteğin çok güzelmiş Ben: Aslında eskidi ama ben de seviyorum, vazgeçemiyorum. X: Saçlarının dalgası çok hoş Ben: Eskiden dümdüzdü biliyor musun? Sonradan dalgalandı. Bazen güzel oluyo bazen çok kötü duruyo.
5.Bir de dışarıdan gelirken eve nerdeyse beşyüz metreden fazla mesafe kala anahtar aramaya başlıyorum ve gelene kadar anahtarı elimde tutuyorum. Bu beş saniye ila beş dakika arasında değişen çanta kurcalama esnasında, her defasında anahtarı bir yerde unutmuş veya kaybetmiş olabileceğim endişesini yoğun biçimde yaşıyorum.
6.Önceden hazırlama durumu ekmek, gazete vb. küçük alışverişlerin parası için de geçerli. Markete ya da büfeye yürürken o cüzdan çıkarılır, bozuklar hazırlanır. Neymiş? Girip alacağımı aldıktan sonra hoop hemen parasını takdim edeceğim. Sanki yolda yürürken çanta cüzdan karıştırmaktan daha zor, durduğun yerde çıkarıp parayı vermek. Cinslik mi? Evet öyle işte .. :)
7. Şimdi efendim... örneğin ortamda iki kişi konuşuyor birbiriyle ve bendeniz de dinleyici durumundayım. A kişisi B kişisine birşey söylüyor fakat B kişisi yanlış anlıyor ve anladığı şekilde yanıtlıyor karşı tarafı-ki genelde olumsuzluk içeren durumlardır bunlar-. Burada ben hemen kendimi A kişisini korumak/kollamak/... ya da adı belli olmayan bir amaç içersinde bulup başlıyorum B kişisine yanlış anladığını anlatmaya. "sana ne" denilmesine çok uygun elbette yaptığım. Doğru, bana ne? Bazen ben de düşünüyorum. "Eğer ihtiyaç duyuyorsa kendi açıklar Nermin, karışmasana" diye kızıyorum kendime ammavelâkin bir dahaki sefere bakıyorum yine aynı tepkimede bulunmaktayım. Bu da böyle.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

HAMAM


İlk kez kapısından içeri adım attığım, hayli özgün bir mekân imiş gerçekten. Nem kokusu ve buharların ardında, su şırıltıları arasında, insan bedenindeki zaman izleri kaçtı benim gözüme en çok...



'Et' sözcüğünden pek hazzetmesem de üstad Murathan Mungan' ın şu leziz cümlesi bir kez daha geldi dimağıma, yazıldı: "....etinden geçen zamanla içinden geçen zaman aynı değildi..." Zaman, kimbilir kimlere ne çelmeler takarak, neleri sündürüp nereleri buruşturarak geçmiş gitmişti tenlerden... Kanın çatlattığı damarlar, güneş altında pörsümüş, lekelenmiş deriler, belki zamanında bir kıvılcımla alev almış, çok can yakmış, hazzın her türlüsünü görmüş gözenekler, kim bilir...

Görünenin ardındakini, ancak suretin arkasındaki biliyor.

21 Mayıs 2008 Çarşamba

HIRlı HIRsız

Birilerinin hayatına hiç beklenmedik ve en önemlisi istenmedik bir şekilde dokunanlar, kurcalayanlar vardır hani. Bu 'dokunma' ve 'kurcalama' mecazî düşünüldüğünde de, gerçek anlamında olduğunda da gayet rahatsız edicidir.

Sizin bir çok insanı kapıdan içeri almak, bir bardak çay ikram etmek için farkında ve ya olmaksızın ne çok ölçütle değerlendirdiğiniz , daha ince bir eleme sonucu odanızın kapısını sonuna kadar açtığınız umurunda bile değildir bir "hırsız"ın. Onun kendinde, kapınızdan içeri elini kolunu sallayarak girebilme, belki kardeşinizin, annenizin, sevgilinizin ve ya/hatta eşinizin izinsiz karıştırmadığı özel çekmecenizi, dolaplarınızı, gizli kapaklı yerlerinizi köşe bucak karıştırma hakkını kendinde görmesi ne tuhaf!

Yalnızca maddi değerlerime el uzatması değil beni rahatsız eden. Hiç bilmediğim gözlerinin( ve belki ellerinin de), fotoğraflarımın, filmlerimin, not defterlerimin, yatağımın üzerinde kimbilir ne şekilde gezmesi...

Bir hırsız, gezdiği eve sadece maddesel arayışla mı bakar, yoksa farklı birşeyler de arar mı bilemiyorum. Ve cebine koyup götürdüklerinin, kişinin hayatından, anılarından, özenle yıllarca koruduğu değerlerden de birşeyler çALMAK olduğunun farkında mıdır?

15 Mayıs 2008 Perşembe

Yeni Deneyimler

İlk defa arabayla ilgili bir tamirat işini kendi kendime hallettim bugün. Ve dedim ki içimden "bunları da yapacakmışım demek.. ve bak nasıl da yapılıyormuş iş başa düşünce". Diğer yandan, bazı konularda sorumluluğu ve yetkeyi tamamen bir başkasına devretmek ne rahatlıkmış meğer...

11 Mayıs 2008 Pazar

BELİRLENMİŞ GÜNLER

"Bizim annemiz çok özel. Ya sizinki?" Bir mağaza camından okuduğum bu yazı, insanların zaaflarından yararlanmak ve duygularını sömürmek üzere cümleler, reklâmlar, kampanyalar üretilen günlerden bir kez daha mide bulantısı duymama sebep oldu.

Bu özenle belirlenen günlerde, o günün adına uygun 'varlık'ları olmayan insanların hangi deliğe kaçsalar gözlerine dokunacak, kulaklarına çalınacak uyarıcılardan kaçamayacaklarını düşünmek de daha can sıkıcı olan yanı...

9 Mayıs 2008 Cuma

Açılış Notu

Ortaokul yıllarımda çok değerli öğretmenim İbrahim ERDEM rehberliğinde başlayan günlük tutma alışkanlığım, uzun yıllardır, seyrelerek de olsa devam ediyor.

İnternet günlüğü oluşturmak da zaman zaman düşünüp bazen üşengeçlik, bazen paylaşma konusundaki kararsızlığım nedeniyle askıya aldığım bir eylemdi.

Bu gün, o günmüş demek. Pek de düşünmeden birden kendimi, bana ait sanal defterimi oluştururken buldum. Sayfalara gözleri değecek olan herkese şimdiden merhaba...