Uzunca bir tatilin başından kendimiz için kırptığımız 3 günü, sürpriz bir şekilde alınmayan biletler sayesinde Olympos' da geçirme şansına kavuştuk. Demek ki gitmeliydik, belki bizi bekleyen bir şeyler vardı oralarda.
Sabah uyanıp 11 nolu minik ahşap evimizin kapısını açar açmaz bizi karşılayan portakal ağacı, henüz rengine ulaşamamış halde dallarda bekleyen güzelim portakallar, ağaç dallarına asılan havlular, yeşil yapraklar arasında kıpkırmızı, bazısı çatlamış narlar, akşamları ateşin başında kupayla -kimine göre öğretmen bardağı!- içilen çaylar, ısındıkça oturağın geriye çekilmesi...
Akşam çalan kampana ile yemek sırasına girmek, yemekten sonra tavla oynamak, tavla vesilesiyle tanışmak, paylaşmak karanlığa tutulan telefon ışığını, bazen bir dizi beş dakikalığına... Sahile inerken "su" alıp gelmesi birinin :-)
Çardakta, hamakta, ılık ılık saran sularda yüzünü tarihe ve doğaya dönerek keyif yapmak...
Geride kalanlara bırakılan ufak hatıralarla gitmeler, omza konan minik kelebek öpücüğü...
Yaban ellerin yabancı durmaması, yadırgamamak... kısacık zamanda alışmak ve özlemek bir nevî, gözlerin araması, dilin anması gidenleri...
Hepsi, her şey çok keyifliydi. İyi ki gittik. Tekrar buluşmak dileğiyle Olympos-da-.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder