12 Ekim 2022 Çarşamba

Rahmetli Enstitü Koleji

 Bu bir okul, bir düş kırıklığı, sönen bir balon hikâyesidir. 

2018 yazında üç yıllık okul öncesi eğitimini tamamlayan kızım için okul araştırması, karar verme süreci aşamasındaydık. Çok da detaya girmeden üç özel okul ziyaretinden sonra mahallemizdeki devlet okulunda, adını sıkça ve övgülerle  duyduğumuz bir öğretmenin sınıfında olması beklentisiyle, karar kıldık ve ön kaydını yaptırdık.

O günlerde parktaki bir yürüyüş sırasında bizim niyet ettiğimiz okuldan çocukları mezun olmuş iki komşu ile konu açıldı. Onlar da orta okula başlayacak çocukları için araştırma yapmışlar ve "Biz Enstitü Koleji'ne yazdıracağız, sen de bak istersen. Yeni açılacak olan bir okul." dediler. O esnada hiç üzerinde durmadımsa da eve gelince internette bir arama yaptım ve bilgi edinmek için form doldurdum. Ertesi gün aranmam, randevulaşıp okula gitmemiz ve eşimin de bir görüşme yapıp olumlu bakması sonrası kaydını bu okula yaptırdık. Seri ve hızlı ilerleyen bir süreç oldu.

Yeni açılacak, hatta yeni açılmış bir okul benim için düşünmeyeceğim seçeneklerdi oysa. Gel gör ki, Köy Enstitülerinden ilham aldığı vurgusuyla yola çıkmaları beni can evimden vurdu. Eğitim felsefesine baktığımda etkileyici başka şeyler de vardı (hangi okulun yok ki gerçi. Broşürler, tanıtımlar en fiyakalı sözlerle dolu. Fakat genelde içleri boş çıkıyor. Ama bunu o zaman henüz deneyimlememiştik.)

Okul açıldı. Açılış töreni sosyal medya hesabından canlı yayınlanıyor. O heyecanı, duygu yoğunluğunu kaç yıl geçti unutmadım. Ruhi Su Dostlar Korosu tarafından bestelenmiş okul marşı canlı söyleniyor, tüylerim diken diken. Hâlâ  durur kayıt şurada ve ben zaman zaman boğazım düğümlenerek izlerim.

Okulun sanatçı tasarımıyla düzenlenmiş müthiş bir kütüphanesi var. Duvarları Ağrı Dağı Efsanesi' nden sayfalarla dekore edilmiş. Aşağıdaki fotoğraf o kütüphanede büyük öğrencilerin bizim miniklere kitap okuma etkinliğinden bir anı. (Ah, ne sevdiğim şeyler.)


Sunay Akın küratörlüğünde yapılmış bir okul müzesi bile açıldı okulun girişine.(Kendisine bu okulla ilgili kırgınlığı olan epeyce veliyiz bu arada.) Rüya gibi. Çocuklar her gün bir müzenin içinden geçiyorlar. 
Ara sıra yemekhanede yemek yapılırken kurucu canlı yayın yapıyor falan. Çocuğum için harika, tam kafama göre bir okul bulduğum için çok mutluyum. Genç ve dünya tatlısı öğretmenimiz Ayşe Ş., PDR servisi, okulun düzeni, haberleşme kalitesi, işlik dersleri, Köy Enstitülerinin kuruluş yıl dönümünde yapılan çok güzel bir organizasyon, yazarla buluşma etkinlikleri, bahçesindeki tavşanlar, dev akvaryum... Bir eğitim öğretim yılı gayet güzel geçiyor. Yalnızca bir ara yönetim kadrosunda değişiklik olması biraz kafa bulandırsa da, özel sektörde olası şeyler diye düşünüp çok üzerinde durmuyoruz.(Durmalıymışız!) Bu arada kasım ayında biz kurucu velilere bir jest gibi sunulan zamsız ücretle kayıt yenileme fırsatından yararlanıp ikinci yılın ödemesini de yapıyoruz.

Yaz tatilinde internette karşıma çıkan bazı can sıkıcı okul haberleri üzerine veli arkadaşlarla konuyu görüşüyor ve bir takım krizler yaşandığını öğreniyorum. Sevgili öğretmenimiz, sorulara nasıl cevap vereceğini bilemediğini, okul yönetiminden bilgi almamızın daha doğru olduğunu söylüyor. O yaz tatili zor geçiyor bizim için ve Eylül'de ikinci sınıfa başlıyor kızım. Sanırım bu zamanlar, öğretmenlerin meğer aylardır maaş alamadıklarını, bugün yarın diye aylarca oyalandıklarını, epeyce öğretmenin de bu nedenle okuldan ayrıldığını öğreniyoruz büyük, çok büyük üzüntüyle.

Artık olayların, mağduriyetlerin basında da yer alması ile okulda kurucu ile toplantı talep ediliyor. Bir çok veli toplantıya katılarak durumun ne olduğu konusunda net bir açıklama talep ediyor. Kurucu Özgür Boza, mali bir kriz içinde olduklarını kabul ederek, çözüm için büyük gayret sarf ettiklerini, mutlaka sonuca ulaşacaklarını, "asla okulu kapamayacağını" beyan ediyor ve destek talebinde bulunuyor yine.

Öyle güzel bir topluluktuk ki, hemen herkes anlayışla karşıladı. Yeter ki okul batmasın, kapanmasın (önceki yıl kapanan bir okuldan gelenler de vardı ve yeniden bu travmayı yaşamak istemiyorlardı haliyle) diye çözüm arayışına ortak olundu. Gelecek yılın ücretinden düşmek üzere nakit desteği, hatta komple kayıt ücreti yatırmak gibi hamleler yapıldı. 

Ne yazık ki öğretmenler kasım ayında halen doğru dürüst geçmiş maaşlarını bile alamadılar. İstanbul koşullarında bunu kim ne kadar tolere edebilirdi ki? Evini kapatıp ailesinin yanına göçen öğretmenler duyduk içimiz acıyarak. Biraz desteği olan kimi öğretmenler (şükürler olsun bizim öğretmenimiz de dahil) çok çok zorlanarak sınıflarını bırakmadan son güne kadar direndi. Fakat okulda eksik öğretmen kadrosu yüzünden boş dersler vs. düzen iyice bozuldu.

İlk ara tatilde e-posta ile o haber geldi: Okulu kapatıyoruz! Öyle zor, öyle yıpratıcı ve üzücü oldu ki çocuk, veli, personel, hepimiz için. Okuldaki eşyalarını almaya gittiğimiz, perişan haldeki malzeme odasını gördüğümüz o günü de unutamam. 

İlk yılında 650 öğrenci alabilmiş, bu kadar büyük bir yatırımla açılmış güzelim okulun kapısına kilit vuruldu ve öylece kalakaldık. 

Kızım, apar topar yazdırdığımız yeni okuluna çok mutsuz başladı. Aylarca "Enstitü Koleji'nin koridorları çok genişti, yemekleri çok güzeldi... '' gibi kıyaslamalar yaptı. Hatırladıkça içimiz burkuldu. 

Benim, üzerinden geçen üç yıla karşın hâlâ içim burkulur. 650×3  desek öğrencisi ve veli sayısı, öğretmeni, diğer personeli ile binlerce kişi için maddi ve manevî yıpranma, büyük hayal kırıklığı oldu. Aylarca emek emek döşenen o koca bina, hayalet gibi duruyor kaç yıldır Kayışdağı Caddesi üzerinde. Ben önünden uzun süre geçmek istemedim, yine istemem. Oysa ki çok farklı olabilirdi her şey. 

Her şeye karşın, Irmak'ın eğitim öğretim yaşamına bu okulda başlamasından pişmanlık duymuyorum. Üzüntü, kızgınlık, hayıflanma evet ama pişmanlık yok. İç çekerek hatırlayacağız. Keşke Köy Enstitüleri adı böyle üzücü bir durumla anılmak zorunda kalmasaydı.

Not: Bu yazıyı çok önceden yazmaya başlayıp yazmadan öylece bırakmıştım. Sanırım biraz daha zamana ihtiyaç duydum. Başka bir yazı için açtığımda, taslak duruyordu ve tamamlamak istedim. 

#EnstitüKoleji #ÖzgürBozaOkulları #ÖzgürBoza #özelokul #Ataşehir





5 Aralık 2017 Salı






Merhaba. Takvim yaşım bugün itibariyle 40. Yazıyla kırk,...KIRK. Evet kabullenmesi biraz zor gibi :)
Yirmilerdeyken otuz, otuzlardayken kırk biraz ürkütücü geliyor. Yok ben almayayım ya, şurda biraz fazla kalsam olmuyor mu gibi bir düşünüyor insan. Yani ben öyle hissettim şahsen.

Matematiksel hesabı yaptıktan sonra bir de madalyonun diğer ve daha katmanlı yüzüne bakmak için yazmak istedim bu yazıyı. Bakalım olacak mı? :)

Onar onar gideyim diyorum. İlk on yıl, çocukluk... Tatlı, hoş anılar var, zorluklar var, hayaller var. Başarılı, temiz, düzgün, kurdelalı bir ilkokul çocuğu var o yıllarda. Ankara soğuğu, karı var. Erol Dayım var karda kendi yaptığı kızakla bizi kaydıran ve otuzunda ölen güzel insan. Ölümle tanışmışım demek bir o bir de dedem sayesinde. Ankara'nın kuru yazında denize gitme hayalleri kuran ama Kur'an Kursu ile yaz tatili geçiren bir orta halli aile çocuğuyum ben. Sezen Aksu'nun Dağlardır Dağlar şarkısı çalıyor fonda.

İkinci on yılda hayatıma ani ve güzel bir giriş yapan sevgili dostum, seçilmiş kardeşim, canım İlknur'um en belirgin figür. Ne mutlu ki hala hayatımda, hep arkamda, eli üstümde, uzakta da olsa kalbi hep benimle.  Ortaokul, ilkler, okunan onlarca kitap ve açılan yeni pencereler, lise, üniversite, yeni dostlar, Ankara Kafkas Kültür Derneği çatısı altında yaşanan şahane günler. Burada çok güzel anılar var. İlk gençlik, güzel şey.

Üçüncü on yıl, hımm. Burası hareketli bayağı. Burada küçük bir öğretmencik var. Babasını kaybedip on gün sonra ayağını sürüyerek evinden sekiz yüz kilometre uzaklara giden. Pamuk tarlası var okulunun karşısında.  Zorluklar, isyanlar, özlemler, önemli kararlar, travmalar, sıkı dostlar ve güzellikler, talihsizlikler, mektuplar, mektuplar. Gençlik. 

Son on yıllık sürece baktığımda radikal kararlar, yenilenme, kabuk değiştirme görüyorum. Fonda Yalova ve İstanbul. Özgürlük ana teması ilk beş yılın. Çok güzel günler, geceler, anılar ve dostlar yine, yeniden.
Sonra ikinci bahar, bambaşka bir boyuta geçiş söz konusu, hayatıma giren minik bir varlıkla. Huzur, güven ve mutluluk var, aile, şükür var. 

Elbette her şeyi bu yazıya sığdırmak, hepsini yazmak mümkün değil. Kırk yıl yaşamışım şu dünyada! Milyarlarca yıllık dünya tarihinde göz açıp kapama kadar olsa da, insan ömrü için az değil. Kırkını göremeden giden nice can varken. 

Bu yaşam sürecime totalde şöyle bir yukarıdan baktığımda, acıyı, zorluğu, sevgiyi, ilgiyi, yanlışları ve doğruları, dostları, kahkahaları ve göz yaşlarını görüyorum. Bugün facebookta kendime sizin yazdıklarınızla bir hediye vermiş oldum. Gördüm ki gülen, olumlu, dingin yanım pek çok kişide benden kalan. Bu beni mutlu etti. 

Güldüm. Danslar ettim. Sohbetler ettim. Gezdim. Okudum. Ağladım. İzledim. Çalıştım. Öğrendim. Öğrettim. Üzdüm. Üzüldüm.İyi de oldum, kötü de. Yalnız kaldım kimi zaman, kimi zaman çoğaldım. Güçlüsün derler; bilemem güç müdür, başka şey mi. Ama pes etmedim çok mücadeleci olmasam da.

Olmak istediğim yerde miyim? Emin değilim. Bu maddeyle, kariyerle vs. ilgili bir sorulama değil asla. Onlarla ilgili iddiam ve beklentim pek olmadı. Daha engin bilgilere sahip, daha derin sulara dalmış, daha çok şey yapmış, daha çok gezmiş olabilirdim. Ama hakkımı da yemeyeyim, kendi çapımda fena değildim. 

Hayatıma giren herkese, dokunduğum her canlıya şükürler olsun. Varlığım bir kişiye iyi bir etkide bulunduysa ne mutlu bana. Korkmuyorum senden 40! Geleceğin varsa göreceğin de var :) 

Bugün ayın beşi mi diye sorup koşarak sarılan, "iyi ki doğmuşsun" diyen dünya güzelim var bir kere, o yüzden daha on yıllar lazım hem bana ;)






26 Temmuz 2017 Çarşamba

PRAG GEZİ NOTLARI



Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba. Ara uzayınca onu mu yazsam, bunu mu yazsam derken ve konu beğenemezken  hiçbir şey yazmadan geçti zaman.

Son yıllardaki en keyif aldığım gezilerden biri ile şeytanın bacağını kırmaya karar verdim, gecenin 1:25'inde ve epeyce de uykuluyken. Çünkü biliyorum ki, şimdi yapmazsam yine yapmayacağım.

Prag. Ne güzeldin be Prag, Praha!

Yeşil kubbeli güzel binaları, adım başı karşınıza çıkan müzeleriyle renkli bir tarih kitabı gibi; Vltava nehri ve güzelim  köprüleri ile tablo gibi; capcanlı, hareketli, müzik dolu meydanlarıyla hayat gibi; onca insana karşın sessiz ve huzur dolu yemyeşil kocaman parkıyla başka bir dünya gibi, ne tarafa dönsen sanat, heykel, resim, galerileri ile güzel sanatlar fakültesi gibi, son kertede şiir gibi, masal gibi şehir. 

Sabah otelden çıkıp gece dönecek kadar (5 yaşında çocukla) gez gez bitmeyen, gezmelere doyulamayan bir şehir aynı zamanda. Irmak olmasa biraz dinlenip gecelere akmak, Jazz kulüplerinde harika müzikler dinlemek ve her akşam meydandaki görkemli binada verilen klasik müzik konserleri, müzikallere gitmek vardı ama...

 Şansımıza iki gün yağmurlu göstermesine karşın çok da yağmur görmedik sayılır. Toplamda bir saat yağmurluk giymemişizdir. Hava çok iyiydi, sıcaktı genel olarak (21-24 Temmuz).

Şehrin Old Town denilen bölgesinde arkadaşım Gamze'nin birkaç ay önce kalıp önerdiği Otel Salvator'da konakladık. Konumu gerçekten çok iyiydi. Metro istasyonuna (biz havalimanından gelirken kullandık yalnızca) yakın olması, etrafında büyük market bulunması ve gezilecek yerlere hep yürüme mesafesinde olması çok iyi oldu. Odaları da gayet iyiydi. Sadece kahvaltı ekstra ve pek bizi memnun edecek bir kahvaltı olduğunu söyleyemem ama biz yine de otelde yaptık (Yetişkin8€, çocuk 4€).


Otel Salvator
Otel Salvator
İlk gün akşama doğru vardığımızdan yalnızca   ana arterlerde turladık. Astronomik Saat zaten yol üstüydü ama bir tadilat vardı. Şehrin meşhur simgelerinden Charles Köprüsü'nü (Karlov Most) geçtik. Hava kararmak üzereyken tekne turuna katıldık. Işıkların yanmasıyla ayrı bir güzellik ortaya çıktı. 


İkinci günün hedefleri Nazım Hikmet'in zaman geçirmeyi sevdiği Slavia Kafe (Kavarna Slavia) ve Kafka Müzesi idi. Sabah önce otobüsle şehir turu yaptık. Aslında bunu bu tür gezilerde, ilk gittiğinde yapmalı bence. Neyin nerde olduğu biraz insanın kafasında oturuyor.  Kale ve kafeyi bu turda yerleştirdik kafamıza. Slavia Kafe'de kahvemizi içerken Nazım'a ait fotoğrafı aradı gözlerimiz ama göremedik. Gökhan genç garson kıza Nazım Hikmet'ten söz edip fotoğrafı sormuş ve ondan şairi tanımadığı,Türkiye'ye dair bildiği tek şeyin ayran olduğu yanıtını almış :)) Sağ olsun internet ve instagram. Ben yer etiketlerinden bakıp  birkaç  gönderi buldum  ustanın duvardaki fotoğrafıyla çekilmiş. Sonra da fotoğrafı bulduk. Eh biz de yapmadan bırakamazdık tabii. Bu arada Irmak burada -da- dondurma yedi. Tadına ben de baktım. Çok çok güzeldi.

 Köprüden geçip (bir başka köprünün ayağında bu kafe) karşıda nehir kenarındaki parkta zaman geçirdik, ayaklarımızı suya sokup şahane manzaraya karşı oturduk. Irmak bu bölümde pek mutlu oldu tabii.
 Semerkant Restorant gözümüze ilişti, yemekler biraz daha bize uygundur diyerek öğle yemeğini orada yedik.İsabetli bir seçim oldu. Özbek pilavı, mantı(bizimkinden farklı) ve çorba güzeldi. Garson da Umut adlı bir Laz çıktı :) Kafa Müzesi'nin bizim tarafta olduğunu beyan eden Gökhan, dönüşte uğrayacağımızı söylediği müzeyi navigasyona rağmen bulamadı. Yani bulamadık diyeyim, ben de baktım ama yok, anlamadık ☺Sorduğumuz bir iki kişi de yanlış yönlendirdi ve yorgunluktan bitmiş halde kendimizi Kafka Kafe'de bulduk. Suratsız bir garsona sırf yorgunluktan katlanarak bir çay, kahve içtik. Buranın bir esprisi yok bence.
         
 Prag gezisi klasiklerinden Orta Çağ Gecesi şovunun yapıldığı mekanı yine Gamze'nin tarifi üzerine bulup şöyle bir baktık. O kadar karanlık ve kasvetli bir yerdi ki, on dakikada bunaldım. Orada akşam bir iki saat oturup yemek yeme fikri pek cazip gelmedi. Dedim hem Orta Çağ çok da hoş bir dönem değil, n'apıcaz yaşayıp. Bu klasiği oy birliği ile es geçmeye karar verdik :)

Letna Park yolundan kaleye giden yolu tırmandık. Bu parktan kaleye çıkma önerisini gitmeden önceki araştırmalardan okumuştum. Park cidden çok güzel. Irmak çocuklar için konulmuş denge tahtası vb. araçlarda keyifli zaman geçirdi. Ben azıcık yogamsı yaptım.
Bu arada adını şair Pablo Neruda'dan alan Nerudova Caddesi'nden de geçtik. Hava çok sıcaktı ve Irmak pusette uyumuştu. (Evet hâlâ kullanıyoruz. Bir çocuğun o kadar yürümesi pek mümkün değil zaten.)Kale meydanına çıkmak içinse uzunca merdivenli bir yol vardı. Gökhan aşağıda bira içip beklerken ben çıktım, manzaraya baktım. Şöyle bir turlayıp geri indim. Aslında burda da güzel bir katedral varmış. Gördüğüm  uzunca kuyruk muhtemelen onun içindi fakat o sırada beklemek ve gezmek pek mümkün değildi.

Kafka Müzesi'ni ertesi gün bulup dolaştık. Orası da çok karanlık ve kasvetli bir ortamdı. Çok da keyif aldığımı söyleyemeyeceğim. Ben Barış Manço Müzesi gibi yaşadığı ev haliyle görmeyi umut etmiştim ama tamamen modern müze tipiydi. 


Burdan yakın olan (Charles Köprüsü'nün solunda) John Lennon duvarını görmeye gittik. Oldukça kalabalıktı. Her yıl Lennon'un ölüm yıl dönümünde insanlar bu duvara bir şeyler yazıp çiziyor, boyuyormuş. Bu arada duvara giderken girdiğim bir seramik mağazası, hepsini almak istediğim şahane işlerle doluydu. 

Akşam üzeri Irmak'ın yoğun ısrarıyla nehirde deniz bisikleti kiralayıp bir tur da onunla yaptık. Kuğu biçiminde olanlara binemediğimiz için biraz bozuk çaldı kendileri başta.

Son gün bir arkadaşımızın önerdiği ressam Alfred Mucha 'nın müzesine gittik. O da otele on dakika mesafedeydi. Gökhan İşkence Müzesini merak edip gitti, çok küçük ve vasat buldu. Ne tarafa baksan manzara, mimari çok güzel. Her köşede bir müze, galeri vb. bir şey var. Gerçekten bakmakla, gezmekle doyulmayan bir şehir.



Yine çok uzattım galiba :) Toparlayalım artık. Çek vatandaşı pek görmedik sanırım, o kadar çok turist vardı ki. Yeme içme konusunda söyleyeceklerim: Ördek eti yedi Gökhan, ben de tattım ve gayet lezzetliydi. Yerel tatlıları trdelnik adım başı var, ben sevdim. Dondurmalar da oldukça güzeldi. Ama örneğin Irmak'a bir domates çorbası içirelim dedik, ben kendime de istedim. Çok değişikti, tatlı gibiydi. Irmak yüzünü buruşturarak zar zor yarısını içti, ben de yarım bıraktım. Tavuğun yanında gelen domateslerde de tatlımsı bir tat vardı bunu anlamadık domatesten midir, nedir. Bira çeşidi bol malûm, dene deneyebildiğin kadar. Yerel içkileri çok ucuzdu, marketten bir şişe aldık ama henüz tatmadık.

Para olarak Çek Kronu kullanma eğilimi yüksek. Para değiştirirken komisyon almadıklarından emin olmak lazım. Bir kez Gökhan bu hataya düştü ve çok sinirlendi haklı olarak. %30 komisyon aldılar. Neyse ki küçük miktardı, önemli bir kayıp olmadı. Bir de su fiyatı çok değişken. Yarım litrelik suyu 80 krona aldığımız da oldu, 1 litreliği 65 krona aldımız da. Büyük marketler bu konuda daha iyi.

Biz ailecek bu şehri çok sevdik. Irmak otelde başladı gitmek istemiyorum diye, uçakta on dakika ciddi ciddi, boncuk boncuk ağladı. Ben Prag'da biraz daha kalmak istiyorum, gitmeyelim diye göz yaşı döktü kuzum. Çocuk medeniyetten anlıyor :) Gerçekten insan tarihine bu kadar önem veren, insanların rahat, mutlu, özgür yaşadığı, kültürü zengin, doğası güzel ve özenle korunan yerlerde kendi ülkesi ve insanı için dertleniyor. 

Cennet diye not aldığım Karlovy Vary için, Kutna Hora için, muhakkak eksik kalan şeyler için tekrar gidebilsek keşke. 






13 Ekim 2016 Perşembe

ÜÇ YILDAN SONRA

Uzun, epeyce uzun bir aradan sonra merhaba.

Zaman inanılmaz bir hızla geçiyor ve ben yapmak isteyip niyetlendiğim birçok şeyi yapamıyorum. Bunlardan biri de yeni yazı yazmak.

Geçen üç yıla şöyle bir baktığımda, iş, ev ve en çok da Irmak görünüyor. Çocuklu hayat böyle bir şey demek. Zamanın büyük bölümü ya onunla ya da ona dair organizasyonla geçiyor. Kendi alanın daralıyor. Benim deneyimlediğim ve çevremden gözlemlediğim bu en azından. Farklı hayatlar da var elbette ama görmeyince yok gibi geliyor insana :)

Irmak'la son bir yılın en zor yılımız olduğunu söyleyebilirim. Kreşe başlama, bağımsızlığını kazanma süreci ile birlikte, 3 yaş sendromu da tuz biber olarak üzerine eklenince sabır sınavları bitmek bilmedi.

Bıcır bıcır bıcır konuşması çok tatlı da olabiliyor, yersiz ve zamansız olunca, bir yerde durmak bilmeyince çileye de dönebiliyor :) Çocuk benmerkezci bir varlık sonuçta; o varken başka birine söz, eylem hakkı tanıması kolay olmuyor.

İki gün önce Irmak dört yaşını doldurdu, Bazen hâlâ tuhaf geliyor bir çocuğun "anne"si olmak, ondan komple sorumlu kişi durumunda bulunmak. Kamera arkasından bakınca inanamadığım oluyor. Rolümün hakkını vermeye çalışıyorum. Umarım yıllar sonra dönüp baktığımda "keşke" demem.



11 Ekim 2013 Cuma

IRMAK'LA BİR YIL

Geçen yıl bugün bir günlük anneydim. 2 kilo 60 gramlık minik kızım kuvözde yatıyor, soluk almakta zorlanıyordu. Simsiyah saçları, hafif çekik gözleriyle beni biraz şaşırtmıştı :) Derler ya görür görmez benim bebeğim olduğunu anladım diye. Hiç de öyle olmadı, "hımm, bu mu bizimki?" gibi bir şey demiştim Gök'e :))

Zorlu bir yirmi günden sonra evimize geldi minik Irmak. Günden güne kilo alması, uzaması, gülmeyi, ses çıkarmayı öğrenmesi, elinde bir nesne tutmaya başlaması, kaşıkla yediği ilk püreler, oturmaya başlaması, ayağa kalkması... bir yıl içinde ne çok şey değişmiş bakınca. Şimdi "ann-ne...ann-ne" diye sesleniyor arkamdan. Minik işaret parmağıyla sağı solu, kuşları gösteriyor, şaşırma ünlemi var "hii" gibi bir ses. Oyun yapıyor kendi kendine, kahkaha atıyor şebekliklerim karşısında. Nerden nereye.

Eski tulumuna baktım da dün. Ne kadar ama ne kadar minikmiş Allah'ım.

Doğru dürüst açamazdı gözlerini uykudan benim miniğim. Şimdi o gözlerden hiçbir ayrıntı, ufacık bir ip parçası, bir ekmek kırıntısı dahi kaçmıyor. Köpek sesi mi duydu, kulak kesiliyor. Telefon mu çaldı, önce Irmak duyuyor.

İyi ki doğmuş benim güzel bebeğim. İyi ki bizi seçmiş anne babası olarak. Tüm bebeklerle beraber sağlıkla ve mutlulukla büyüsün.

15 Şubat 2013 Cuma

"Kiralık Dağ Evi" Dolandırıcılığı

Bu hafta sonu için bir kar tatili yapmaya niyet ettik. Gök'ün, internetten bulup fotoğraflarını gönderdiği Kartepe'deki dağ evi şahane görünüyordu. Grup ayarlandı, planlar yapıldı, gecelik 170 avro olan ücret EFT ile sözde ev sahibine yollandı. Bugün tekrar telefon edilen evi kiralayan emlakçı olacak vatandaşın telefonu ol açmaması üzerine isim ve telefonu google'latan Gök, sahtekârlara para kaptırdığını anladı. Verdiğimiz paraya mı, planlarını değiştirip bize katılacak insanlara mı, kar tatili hevesimizin kursağımızda kaldığına mı yanalım bilemedik.

Bir de üç çocukla üç ailenin 2,5 saat yol gidip orda bunu öğrenmesi de vardı. Neyse ki bu olmadı.

Umarım kiralık dağ evi diye arama yapanlar önce bu veya şu bloga ya da mağdurlar grubuna uğrarlar da başka insanların paraları bu pisliklere gitmez. Bizim görüştüğümüz üç kâğıtçının adı Murat Yılgın nosu  0536 658 30 fakat verdiğim bağlantılara bakarsanız pek çok ad ve telefonla bu işi yaptıklarını göreceksiniz. Dikkat!

19 Aralık 2012 Çarşamba

yeni annelik


     68 günlük anneden merhabalar.

      Minik kızımın 18 günlük hastane öyküsünü düşersek 50 günlük birlikteliğimizden söz etmeyi nicedir çok istiyordum. Ancak, zaman ve ruh hali denk gelmeyince gelmiyor işte.

     Şunu baştan söyleyeyim: Ben öyle annelik heveslisi, aman da bir an önce çocuk yapsam diyen bir kadın hiç olmadım. Bir ablam benim  çocuk konusunda hiç istekli olmadığımı söylediğim 20’li yaşlarımda, “30’una gelince görürsün” demişti. Çocukları, çocukluğumdan beri çok sevmekle beraber çocuğum olması konusunda 30’larda da tutkulu bir istek duymamıştım. Ta ki güzel adamımla tanışıp hayatımızı birleştirene ve onunla bir çocuk büyütmenin güzel, kolay ve keyifli olacağını düşünene kadar.

     Bebeğin ne kadar güzel bir şey olduğunu teorik olarak biliyordum elbette. Pratikte ise hep zorlukları, insanların hayatına getirdiği kısıtlamalar dikkatimi çekiyordu. Nitekim bizim toplum insanı en çok bu yönlerinden söz eder. Kadınların, doğumu en korkunç haliyle anlattıkları gibi.

     Şimdi minik kızımla günler su gibi akıp geçerken bir bebeğin ne kadar güzel olduğunu çok yakından görüyor, duyumsuyor ve dile getiriyorum; ne mutlu bana. Bu güzellikler neler mi?

     Bir kere her şeyden habersiz, tertemiz ve savunmasız bir insan yavrusu o. Ne giydirseniz onu giyiyor, nereye koysanız orda kalıyor. Bazen müthiş bir şefkatle içimi e göz pınarlarımı dolduran bu durum, bazen de beni gülümsetiyor. Kusması nedeniyle boynuna bağladığım önlüğe bakıp gülüyorum, kafasına taktığım başlığın onu nine gibi göstermesine, kollarını içine soktuğum battaniyeyi açtığımda karşılaştığım manzaraya…

     Kucağında bir bebek tutmak dünyanın en tatlı duygularından. Göğsünüze yaslanmış, minik ayaklarını karnına çekmiş ufacık bir bedene sarılmak, onu koklamak, kedi tüyü gibi saçlarını okşamak öylesine huzur verici ki. Tenlerinin o pürüzsüzlüğü ve sıcaklığı sonra...  Kollarına ya da dizlerine  yatırdığında sarkan ayakların sevimliliğini de söylemeden geçemem.

     İncelemek: Minyatür eller ve ayaklar en bakılası yerleri. Ah bir de o parmakların sizin parmağı kavraması yok mu! Bu bebek denen varlıkları uyurken izlemesi de şahane bir şey. Çok tuhaf ve beklenmedik sesler çıkardığı zamanlar da var. O da enteresan oluyor :)
                                                                                  
     Benim en sevdiğim şeylerden biri de giysileri. Renk renk, şirin mi şirin o küçücük tulumlar, patikler, onları giydirip bakmak, fotoğraflarını çekmek çok zevkli.

     Ben güzel Irmak’ımla ilgilenirken, onun ihtiyaçlarını karşılarken, bir insan yavrusunun nasıl sevgi ve şefkate gereksinimi olduğunu çok yakından görmüş de oldum. Bu güzelliklerle dolu ama tamamen aciz varlıkların yalnızca fiziksel ihtiyaçları yok. Sıcak ve ilgili bir ortama, sevecen kucaklara da muhtaçlar. Tek yapabildikleri ağlamak. Ağlarken nasıl kıyılamaz durumdalar Tanrı'm. İşte bu yüzden Irmak’ı hemen her kucakladığımda, altını değiştirip onu beslediğimde dünyadaki tüm bebekler için dua ediyorum.

     Özellikle sabahları  öyle şükran duygusuyla doluyorum ki ona bakınca. Allah’ım bana bu güzel bebeği verdiğin için binlerce kez şükürler olsun. Çocukları çok seven ve bir bebeği hak eden herkese de ver n’olur.






16 Ekim 2012 Salı

IRMAK'I BEKLERKEN

Merhaba.
     Başlık nicedir aklımdaydı. Elim değip yazamadım kızımın doğmasını beklediğim günleri. Oysa 33 hafta 2 günlükken dünyaya geldi ve tembel annesini pek hazırlıksız yakaladı. Ama başlık hâlâ geçerli. Çünkü kendisini şimdi de evde bekliyoruz.

      9 Ekim salı günü kontrole gittiğimde doktor suyundaki azalmanın değişmediğini, beni eve gönderemeyeceğini söyledi. Ben yalnız ve tedirgin, işlemlere başlamışken Gök'üm ulaştı.

      Üç saatte bir NST ile izlenen Irmak, azıcık suyunun içinde hâlen kıpır kıpırdı. Ertesi sabah uykudaymış küçük hanım meğer. Doktoru ve beni korkuttu oldukça. Akşam üzeri son bir su ölçümü yapıldı ve iki doktorun ortak görüşü ile ameliyathanenin yolunu tuttuk.

     Uyutulma öncesi ameliyat masası ve uyanma safhası hiç hatırlamak istemediğim sahneler.

     2060 gramlık minik kızımız yoğun bakıma alındı. İkinci gün sabahı çişini yaptı diye ilk mutluluğu yaşadık ailecek. Günlük 5 dakika ziyaret ediyor, kuvözün ardından bakıyoruz babasıyla. Kimseye benzetemiyoruz Irmak Hanım'ı.

     Ciğerlerine tüp takıldı endişelendik, çıkardık dediler, sevindik. Kilosunu verdi dediler, rahatladık. Bugün de ilk defa anne sütü verdiklerini öğrenip bayram ettik neredeyse. Allah tüm bebekleri anne babalarına bağışlasın. Yoğun bakımda yatan bebeklerimizi sırayla kucağımıza almayı kısmet etsin. Doğurup hastaneden bebeğini alıp çıkmak ne lüksmüş meğer, bunları yaşayınca anlıyor insan.

     Kızı da annesi gibi güçlü olacak biliyorum. Günbegün iyiyleşip güçlenip yengelerinin özenle hazırladığı odasına gelecek.





12 Eylül 2012 Çarşamba

Irmak-30

      Uzun bir aradan sonra merhaba. Ben artık 63 kiloyu geçtim biliyor musunuz? Kapalı ayakkabılara bakmak dahi istemediğim şu günlerde arkadaşlarım "dolma parmaklarım"a bakıp hafif acıyor.

      Irmak kızımız iki hafta önce 1100 gr. civarındaydı. Şu anda 29 hafta 2 günlük.  Meyve, tatlı gibi bir şey yedikten sonra inanılmaz hareketler yapıyor karnımda. Dışarıdan da gayet görülebilir kıpırdanmalar.

     Geceleri yattığım tarafın feci şekilde uyuşması/ağrıması ile uyanıyorum. Yüzüstü yatmayı çok özledim bu arada.

     Bir bebeğim olacağını düşününce fena oluyorum bazen. Gözlerim doluyor olur olmaz. Babaannesi hayatta olmadığı için ve birbirlerini tanıyıp sevemeyecekleri için E-5 üstgeçitlerinde ağlamaklı olabiliyorum örneğin.

     Son görüntülemede yüzüstü, elleri başının altında yatıyor dedi doktor. Ben de bebekken hep bu pozisyonda uyurmuşum. Ne güzel! Annem, benim gibi sakin ve sorunsuz olursa çok rahat edeceğimi söylüyor. İnşallah öyle olur.

     Oda konusunda henüz hiçbir gelişme kaydetmedik. Sadece biraz giysi alışverişi yapıyorum. İlknur Teyzesi ve bizim teyzemiz epeyce destekledi zaten bu konuda.

     Bugün slingleri araştırdım epeyce. Bana sıcak geliyor kullanma fikri. Deneyeceğim bakalım.

Şimdilik bizden haberler böyle. Yakında görüşmek üzere.

31 Temmuz 2012 Salı

DOĞU KARADENİZ'DE 1400 KİLOMETRE

7 Temmuz 2012 sabahı Trabzon'a uçup, havalimanından kiraladığımız araba ile gezimiz başladı. Trabzon-Rize yolunda Serender'de kahvaltı edip Rize'ye devam ettik. Rize Kalesi ve Ziraat'e şöyle bir bakıp, biraz soluklanıp indik aşağıya. Çayın yanında limon alabilir miyim diye sorduğum çay bahçesi garsonu "bizde limon yok. Sadece çay!" diye yanıtladı :)
Rize'de Gülsün'ün önerdiği Pokut Yaylası'na gitme niyetindeydik ancak kime sorsak "arabanız ne?..... o arabayla çıkamazsınız" yanıtını alınca mecburen asfalt yolu ve bol pansiyonu olan, hayli de kalabalık haliyle bize dudak büktüren Ayder'e çıktık. Haftasonu olmasının da etkisiyle piknikçiler, mangalcılar heryerdeydi ve araç park etmek bile çok zordu. Zafran Otel'i beğenip orda kalmaya karar verdik. Yamaçtaki otele çantalarımız Karadenizli'nin hayatını kurtaran makara sistemiyle çalışan tellerle çekildi. Pansiyon çokluğu ve kalabalığa rağmen güzeldi Ayder. Karşımızda yemyeşil dağ ve zirvesinden süzülen sular, horon tepen insanlar, tulum sesi, yürüyüş parkuru...
Ertesi sabah Artvin Hopa'ya kısaca uğrayıp (çünkü uzun zaman geçirecek yeri yok), Borçka'da pazar günü olması sebebiyle tek açık dükkandan dönerimizi yiyip (meşhur dedi Özgür) Macahel Yaylası'na doğru sürdük arabayı. Son anda aradığımız Tema Konukevinde (işte burası)o gecelik yer vardı bereket. Macahel'e çıkmak zordu. Arabada sürekli sarsılmak, "şurdan bi yuvarlansak" diye düşünerek korkmak bir buçuk saatten fazla. Şoförümüz Gök, işi iyi biliyor neyse ki.
Macahel'e vardığımızda öğleden sonraydı. Tema Vakfının konukevi gerçekten çok güzel bir konaklam yeri. Etraf yemyeşil ve çok güzel. Dünyanın sayılı biyosfer alanlarından biriymiş burası.
Camili köyünün tarihi ahşap camisine bakıp çevreyi dolaştık biraz. Akşama gelen bir turla Macahel belgeseli ve Tema'nın burdaki takdire değer arıcılık projesini izledik seminer salonunda. Bahsedilen şelale, filmde de oldukça güzel görünüyordu. Sabah şelaleye gitmeye karar verdik ve tur arabasının -iyi ki- peşine takıldık. Aksi takdirde bulmak hiç kolay olmazdı. 45 dk. arabayla, içimiz dışımıza çıkarak, bir o kadar da ormanın içinden yürüyerek grupla bütünleşmiş halde şelaleye vardık. Yukarıdan görülen şelaleye inmek çok kolay olmayacaktı belli ki. Benim de artık durmam gerekiyordu. Irmak'ımızı şelaleyle daha yakından tanıştırmak isterdim ama uzaktan izlemek ikimiz için de daha iyi olacaktı belli ki :) Efendiim, Gök tabii ki şelaleye girdi, epeyce kaldı suda. Girmek isteyen herkese yine centilmence yardımını etti. Dönüşe geçtik. Bu macera resmen üç saattten fazla zamanımızı aldı. Tur rehberinden karakovanla ilgili bilgiler edindik, gruptaki çocuk cerrahından da üniversite hastanelerinin devlet hastaneleri ile birleştirilerek hükümetin güdümüne sokulduğunu! Sonra otostopla İstanbul'dan buralara gelen Ali ve Kerem'le tanıştık, sohbet ettik. Onlar Macahel'de bir ev pansiyonunda kaldıklarını, çok güzel yemekler yiyip çok iyi vakit geçirdiklerini söylediler.
Sonraki durağımız Karagöl'dü. Karagöl güzeldi, doğasına dokunulmamıştı. Çadırcı ve piknikçiler vardı yalnızca. Buradan Trabzon Uzungöl'e hareket ettik. Vardığımızda akşam 19.30 olmuş, yol yapmaktan çok sıkılmış durumdaydık. Aksi takdirde bir Arap şehrini andıran (bu yıl Arap turistler heryerde), kalabalık ve aşırı binalaşmış manzara karşısında yaşadığımız hayalkırıklığı ile hemen ayrılırdık. Sabahı sabah edip kahvaltıdan sonra hemen gaza bastık zaten.
Sümela Manastırı... Arabayla çıkılan yol harbiden zor, yaya yolu ise düşündüğümden kolaydı. Çok kalabalıktı yine. Ama manastır yapısı güzeldi.
Ordu'ya geçelim mi geçmeyelim mi derken, Perşembe'ye kadar gittik. Çaka Plajı'nda akşamüzeri dalgalı denize girmek çok güzel oldu. Otel Dedeevi çok rahat ve resepsiyonisti çok kibar bir amcaydı. Sahilde istavrit ve güzel bir dondurma yedim. Sabah şehir içindeki teleferikle Boztepe'ye çıktık. Keyifliydi. Manzarası çok hoştu. Teleferikte Yalovalı çiftle tanışıp bir kez daha "dünya küçük" dedik.
Trabzon'u Boztepe, Ayasofya ve Atatürk Köşkü ziyaretleri ve bir şehir turuyla gezmiş farz ettik. Akçaabat Öğretmenevinde konaklamayı planlamıştık ve gittik. Denize gittik fakat cüzdanları otelde unutmuş olmanın sıkıntısıyla denizden de umduğumuzu bulamadık ve kısa süre sonra döndük. Cüzdanlarımızı unuttuğumuzu fark ettiğimizde "Canınız sağolsun. Bugün sizin başınıza gelir, yarın bizim. Buyrun bizim ikramımız olsun." diyerek gayet içten davranan ve giriş ücretini, şezlong şemsiye parasını almadan kabul eden plaj işletmecilerine teşekkür ederiz bir kez daha.
Akçaabat'ta elbette köfte yedik. Aman aman bir güzelliği olmasa da lezzetliydi. En önemlisi çok bol ve ucuzdu. Önden turşu kaburması, karpuz ve baklava ikram edip sonra 22 adet köfteyi getirdiler. Hesap da 38 TL gibi bir rakam. İstanbul'dan sonra bedava gibi geldi bize.
Akçaabat Öğretmenevi çalışanı Yalova'dan aldığım kartı görünce kardeşinin orda yaşadığını, kendisinin de gelip çok sevdiğini vs. anlattı. Ertesi gün bir gece daha kalabileceğimizi, iptaller olduğunu söyledi fakat uçakta yerimiz hazırdı.
5 günde 1400 küsur km. yaparak, oksijen çarpmasıyla döndük İstanbul sıcağına. Oysa Ayder'de mont giymiştim. Fakat taa Decatlon' a giderek aldığım yağmurlukları çantadan çıkarmadan geldik ya ona biraz yanarım.